97. Gün Özbekistan – Kazakistan sınır geçişi ve Çimkent
Bu yazıdaki notlar Kazakistan’nın batı bölgesindeki seyahatimizi içeriyor.
Özbekistan sınır kapısına 10:30 gibi geldik. QR kodlu plakanın yazılı olduğu araç için bir kâğıt verdiler, ve gümrük alanına bu kâğıtla geçiliyor.
Sınır kapısı keşmekeş dilenenler, dini kullanıp sadaka isteyenler. Ortam tam curcuna bakalım çıkışımız ve Kazakistan’a geçişimiz kaç saatimizi alacak. Orta Amerika’daki eğlenceli sınır geçişlerimizi hatırlayıp kafamızı çok da yormuyoruz, hayatımızda bu sınırlardan araçla kaç kez geçeceğiz değil mi.
10:50 gibi çıkış işlemlerinin yapıldığı alana alındık. Yolcu ve araç çıkış bölümleri ve işlemleri, ülkeye girişte olduğu gibi ayrı. Ayfer’in Özbekistan’dan çıkış işlemleri 5 dakika Kazakistan’a giriş işlemleri ise 10 dakika sürdü. Kazakistan tarafı hiçbir şey sormadı. Özbekistan tarafında son kapıdaki polis, en son hangi şehirde kaldığımı sordu ama otel adı sormadı. Son derece sıcak davrandılar ve Türkçe anlaşmaya çalıştılar. Kapıdan çıktıktan sonra gölge bir yer bulmak zor. Akbaba gibi etrafımı taksiciler ve para bozan ayakçılar sardı. Sakin bir köşe bulup Onur’un çıkışını beklemeye çalıştım.
Onur’un işlemleri de çok uzun sürmedi. Önce aracın çıkış işlemi sonra pasaport damgası yapılıyor. Ardından sohbet eşliğinde gümrük araç kontrolü yapıldı. Şöyle bir baktılar, sohbet edip devam ettim. 11:00’da Kazak tarafına geldim. Burada detaylı arama yapılıyor. Bizim arabayı çok kurcalamasalar da içine köpek soktular. 11:45 gibi gümrük bölümünü geçip araç giriş formu doldurma bölümüne geldim. Burada görevliler bilgisayardan belgeyi doldurup veriyorlar. 12:00 gibi işlemler bitmişti. Beklemelerle birlikte 1,5 saatte iki gümrüğün işlemlerinin bitmesi süper süre, neyse sorunsuz yeniden Kazakistan’dayız.
Çıkışta her yerde döviz bozdurma ofisi ve ayakçılar var. 1 Tenge = 23 Özbek Som, biz de elimizde kalan Özbek Somlarını burada Tengeye çevirdik. Direkt Çimkent’e gidip önce Beeline’a telefon hattı için uğradık. Eski hattı açtırmak yerine kampanyalı yeni hat almak daha uygun olunca onu tercih ettik. 7500 Tengeye, sınırsız internetle birlikte biri e-sim olmak üzere 2 hat aldık. Maalesef bekleme sırası yine çok uzundu ve hat almak neredeyse 1,5 saatimizi aldı.
Buradan Toyota servisine uğrayıp aracın yağ değişimini yaptırıp otele geçtik. Servis ile önceden yazışmıştık ve çok hızlı işlemlerimizi hallettiler. Genel olarak ülkedeki şehirler geniş caddeli ve yeşil, Çimkent de şaşırtmadı. Onur’un biraz boğazları iyi olmadığı için Türk restoranı görünce akşam yemeğini burada yiyelim dedik. İstanbul Cafe’nin maalesef yemeklerini övemeyeceğiz, çorbası fena değil ama tavuk ızgaraları vasattı. Kaldığımız yer ise pasaj gibi bir apartmanın 3. katında stüdyo odalı dairelerden oluşuyor. Tamamen tesadüf eseri seçtiğimiz yerden çok memnun kaldık. Özellikle uzun süreli kalmak isteyenler için ideal.
98. Gün Çimkent, Sairam-Ugam Milli Parkı
Sabah otelden ayrılıp biraz Çimkent’i dolaşıp 2 saat mesafedeki Sairam-Ugam Milli parkına gittik. Batı Tien-Şan (Tanrı Dağları) dağ zincirinin kuzeydoğu bölümünde yer alan milli park, ülkedeki özel koruma altındaki doğal alanlardan biridir. Bir süredir şehir gezince doğada vakit geçirmeyi özlemişiz. Hafiften Sonbahar kendini hissettirmeye başlamış ve renk cümbüşlü tablo gibi manzaralarla buluşmanın heyecanı sarmıştı bile. Milli parkın giriş ücreti; 2 kişi ve 1 gece kamp ile birlikte 2000 Tenge yaklaşık 155 TL.
Park, Türkistan bölgesinin Kazıgurt, Tolebi ve Tulkibaş ilçelerinin dağlık bölgelerini kaplayan geniş bir alana yayılmış olsa da biz küçük bir bölümünü görebildik. At sırtında ve yürüyüş için 11 rota varmış, maalesef bilgiler Rusça ve parkta internet çekmiyor. Onur’un rahatsızlığı devam ettiğinden araçla dolaşıp yürüyüş rotaları için kendimizi zorlamadık. Karla kaplı Sairam Zirvesi, deniz seviyesinden 4238 metre yükseklikten tğm heybeti ile ziyaretçilerini karşılıyor. Buzul dağlarının manzarasında kıvrıla kıvrıla birden fazla nehir akıyor. Park, nadir hayvan ve bitki türlerine de ev sahipliği yapıyor. Parkın giriş kısmında birkaç tesis var ve maalesef yenileri de yapılıyor.
Renkler dönmeye başladığı için çok güzel bir ortam olmuş. Sairamsu nehrinin kıyısında kampı kurduk. Bizden başka kimse yok. Park görevlisi olduğunu tahmin ettiğimiz bir bey gelip hem yer gösterdi hem de bize akşam belki yakarız diye biraz odun getirdi. Özbekistan’da Türkçe anlaşmak kolaydı ama Kazakistan’da biraz zorlanıyoruz. Yine de bir şekilde iletişim kuruluyor. Özlediğimiz gökyüzü bu gece sanki şov yapıyor, bir taraftan akan nehrin sesi ile ortam müthiş keyifli…
100. Gün Türkistan
Onur tam iyileşmemiş olsa da son bir enerji deyip şehir merkezine taksi ile gittik. Ulaşım, Kazakistan’da da çok uygun, 4 km’lik mesafe 70 TL bile tutmadı.
Şehirdeki ilk ziyaretimiz; Orta Çağ mimarisinin seçkin bir örneği olan Hoca Ahmet Yesevi Türbesi oldu. Hani türbe ve cami gezmeyecektiniz dediğinizi duyar gibiyiz. Doyuma ulaşmış olsak da şehirdeki görülmesi gereken en önemli yeri görmemezlik olmaz değil mi. 1093 ve 1166 yılları arasında yaşamış Türk şair ve ilk Türk mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevi’nin vefatından sonra mezarının bulunduğu yere önce küçük bir türbe yapılmıştır. Yeni bir türbe yapımına ise; 1389 yılında Timur’un emriyle başlanmış ve 1405 yılında da tamamlanmıştır. Önde gelen Kazak Hanlarının da buraya defnedilmesi ile dini ve tarihi açıdan da önemli hale gelmiştir.
TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) tarafından 1993-2000 yıllarında restorasyonu yapılmış ve müze olarak hizmet vermektedir. Türbenin ana bölümü “Kazandık” olarak bilinir ve 18,2 m çapında bir tuğla kubbe ile kaplıdır. Orta Asya’daki en büyük kubbe olma özelliğine sahiptir. Kazandık bölümünün ortasında, dini amaçlar için kullanılmış olan “Tai Kazan” adında devasa tunç bir kazan vardır. Hoca Ahmet Yesevi’nin sandukası camlı özel bir bölmede korunuyor. Maalesef kazanın bulunduğu en can alıcı bölüm restorasyonda.
Türbenin dış duvarları, çini ve hat sanatının son derece seçkin örnekleri ile bezeli, görülmeye değer ama içindeki restorasyon devam ettiği sürece içine girilmese de olur. Türbe ve hemen yakınındaki Hoca Ahmet Yesevi’nin inzivaya çekilip son yıllarını yaşadığı, kitabı üzerinde çalıştığı ve birkaç serginin de bulunduğu antik Yeraltı Cami’nin (12.-20. yy) girişleri için tek bilet var. Camiyi sadece görmek isteseniz de mecburi türbenin de restorasyonuna katkıda bulunuyorsunuz (Giril ücreti; 2000 Tenge, yaklaşık 150 TL).
Kompleks içinde yer alan ve giriş ücreti ayrı olan, Türkistan Doğu Hamamı; 1580-1590 yılları arasında türbeyi ziyaret eden hacılar için inşa edilmiş ve 1975 yılına kadar kullanılmıştır. Pişmiş tuğlalardan inşa edilen, çok kubbeli yapı ısı kaybını önlemek için birçok hamam gibi yarı yer altına yapılmıştır. Dıştan görmek bize yetti.
Şansımıza şehirde El sanatları festivali var ve bugün son günüymüş. Bir heves gitsek de çoğu toplanmış ve çok özel bir şey göremedik. Ayrıca fiyatlar yüksekti. Seramik atölyesi iyiydi. Gözümüze en güzel gelen standın Türkiye’den çıkması hem sevindirdi hem de şaşırttı. Dün gelseydik eminiz daha keyifli bir ortamla karşılaşırdık.
Festivalin düzenlendiği yakınındaki Karavan Saray büyükçe bir alış-veriş merkezi. Küçük Dubai gibi kumsal bile yapmışlar, girilmiyor ama olsun, sarı kubbeli Uçan Tiyatro’nun “Altın Samruk” daha gösterişli olmasını sağlıyor.
Henüz bütün mağazaları tam faaliyete geçmemiş alışveriş kompleksine hâlâ ilaveler yapılıyor. Ortam lüks gibi dursa da bizdeki restoranlara göre gayet makul. Açık alanda yemeğimizi yiyip kaldığımız yere yürüyerek etrafı izleyerek döndük. Şehrin eski parkları gözümüze çok daha güzel geldi.
101. Gün Türkistan – Dede Korkut Arası
Sabah Türkistan’da kaldığımız yerden Aral şehrine kadar gidebilir miyiz diye çıktık yola. Yolda Alman plakalı bir karavana denk gelince selamlaşarak geçtik. Daha birkaç saat geçmemişti ki mola verdiğimiz bir yerde bizi görünce durup yanımıza geldiler. Wolftang ve Linda da Moğolistan’a kadar gitmişler. Yavaştan dönüşe geçmiş olsalar da görmek istedikleri daha çok yer var. Kasım ayını da Türkiye’de Antalya’da geçirmeyi planlıyorlar. Malum kışın Almanya soğuk mart sonunda ancak döneriz diye gülüyorlar. Esprili, içten, çok tatlı bir çift. Araçları ile ancak 70 km hızla gidebildiklerini bize yetişmelerinin zor olduğunu ama yolda ihtiyacımız olur veya Türkiye’de denk gelirsek diye iletişim bilgilerimizi paylaşıp yola devam ettik.
Yol boyunca ara ara polis kontrol noktaları olduğunu biliyoruz; o yüzden ekstra özen gösterip yaklaştığımız noktalarda kamera çekimi yapıyoruz ki hatasız olduğumuzu ispat edebilelim. Bunlardan biri olan; Mai istasyonuna (МАИ бекеті) gelmeden önce “Dur” tabelası var. Yavaşlamak yeterli değil, kesin durmak gerekiyor, bazen yanınızdan geçen tırlar yüzünden işaret levhaları gözden kaçabiliyor. Kızılorda’ya gelmeden önce ve şehir girişinde birkaç yerde yine polis çevirmesi var. Önceden bilince sorunsuz geçtik. Renklerin hafiften dönmeye başladığı manzaraya gökkuşağı da katılarak günümüzü daha da renklendirdi. Kızılorda’nın içine girmeyip sadece “Small” marketten alışveriş yaparak pas geçtik. Adı küçük olsa da market büyük, her şey var.
Bozkırın ortasında, Kızılorda bölgesinin Zhosaly köyünün yakınında Dede Korkut’a (Korkut Ata) adanmış etkileyici bir anıt kompleks yer almaktadır. Türk kültürü için büyük önem taşıyan tarihi/efsanevi düşünür, anlatıcı ve bir epik şarkıcı olan Dede Korkut’un hikayelerini bilmeyen, duymayan yoktur herhalde. Kutsal ve iyileştirici olarak kabul edilen “Kopuz” adlı müzik aletinin mucidi olarak da kabul edilir. Anıt da zaten kopuzdan esinlenerek dizayn edilmiş. Dört adet Kazak kopuzuna benzettiğimiz bölümde, rüzgâr estiğinde bunların içine giren hava metal borulara çarparak kopuz aletinin sesi gibi melodi oluşturmaktadır.
Buranın girişi ücretsiz ve otoparkı da var. Özellikle gün batımında muhteşem oluyor. Ayrıca sergisi düzenli, etkileyici olan küçük bir müzesi de var (Girişi 200 Tenge). Türkiye’den gönderilmiş bazı eserlere de yer verilmiş olması çok hoşumuza gitti. Müzedeki görevli, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince ayrıca ilgilendi. Ayrılmadan önce bir de buzdolabı süsü hediye etti.
Hafiften hava kararmaya başlayınca Aral şehrine kadar 275 km gitmek yerine etrafta bir yer bulur muyuz diye bakınırken kabalık bir off-road grubunun kamp yaptığını gördük. İşte aradığımız ortamı bulmuştuk, yanlarında kalıp kalamayacağımızı sormaya gittiğimizde esas bomba gibi bir sürprizle karşılaştık. Aracı park edelim diye yanında durduğumuz çekme karavanlı Toyota’nın 10 plaka olduğuna ikimiz de bir süre inanamadık. Henüz sahibi ile tanışamadık ama diğer kalanlardan gerçekten Türkiye’den geldiğini öğrendik. Baikonur turizm etkinliğinin olduğunu ve bizim de kalabileceğimizi söylediler.
Gece sürprizli geçmeye devam ediyordu. Tuncay geldiğinde, Moda’da oturduğunu emekli olunca da Güre’de yaşayan ailesinin yanında vakit geçirdiğini söyleyince yok artık dedik. İstanbul’da da Balıkesir’de de o kadar yakın bölgelerde yaşıyoruz ki. Grup özel izinle girilen “Baikonur Cosmodrome” uzay üssüne bir gezi düzenlemiş ve Tuncay da görmek istediği üssün izninin, yabancılar için hem uzun sürede çıktığını hem de pahalı olduğunu öğrendiği sırada, tesadüfen bu organizasyona denk gelmiş. Nasıl da özendik keşke daha önce yollarımız kesişseymiş. Yine de bu güzel insanlarla tanışma fırsatımız olduğu için mutluyuz. Arada bir de bizimle röportaj yaptılar. Hava soğuk olsa da insanların sıcaklığı ortamı yeterince ısıtıyor, gökyüzü yine enfes…
102. Gün Korkut Ata – Baikonur ve Irgız Arası
Sabah kamplarına katıldığımız grubun kahvaltı eşliğinde muhabbetlerine de dahil olduk. Şimdiye kadar girdiğimiz en sıcak Kazak ortamı, herkes çok içten ve yardımsever. İnanılmaz güzel bilgiler paylaştılar. Arada birbirimizin Türkçesini ne kadar anlayabiliyoruz diye denemeler de yaptık 🙂 Grupta Türkmen de var, onunla anlaşmak çok kolay.
Tuncay ve diğer arkadaşlardan ayrılıp Baikonur Uzay Üssünü dışarıdan da olsa görmeye uğradık. Rusya tarafından bir kira sözleşmesi kapsamında işletilen üsse, özel izinle giriliyor. İznimiz olmadığı için girişindeki bilgileri okuyup fotoğraflamakla yetinmek zorunda kaldık. Baikonur, 1950’lerde Sovyetler Birliği tarafından kurulan, dünyanın ilk ve en büyük operasyonel uzay üssüdür.
12 Nisan 1961’de Yuri Gagarin’i yörüngeye göndererek uzayda ilk insan olarak tarihe geçmesini sağlayan ve o günden beri, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, çeşitli uzay araçlarının, uyduların ve ikmal araçlarının fırlatılması da dahil olmak üzere birçok tarihi göreve ev sahipliği yaptı. Son yıllarda, ticari uzay turizmini de kapsayacak şekilde hizmetlerini genişletmiştir. Biz daha üssü bile izinsiz gezemiyoruz, uzay neyimize deyip ayrıldık.
Hiçliğin ortasında gölgemizle yarışarak yol almaya devam ederken durduğumuz benzin istasyonunda bir anda ikimizin de gözleri fal taşı gibi açıldı. Kapısının önündeki motosikletin plakası 16 mı? 3,5 ayı geride bıraktığımız gezimizde, araçla gezen bir Türk’e tesadüfen denk gelmeyip, 24 saat bile geçmeden ikinci Türk’e denk gelmek Hem de motosiklet ile gezme sezonunun bittiği havanın soğumaya başladığı zamanda. Hemen içeriye girip sohbete başladık, o da bizim plakayı görünce inanamamış. Ortak tanıdıklar çıkınca sohbet daha da koyulaştı. O Bişkek’e biz de Aral şehrine doğru yola devam ettik.
Aral şehrinde hiçbir şey yok, bankada biraz para bozdurup akşam Irgız’a vardık. Maalesef burada da bir şey yok, Aktobe’ye kadar yolumuz uzun olduğu için mecburi konaklama…
Zhaksylyk; aile işletmesi bir pansiyon, iki kişi 10.000 Tenge’ye kaldık. Odaları temiz, biraz küçük, ortak banyo-tuvalet olması hoşumuza gitmese de kalan biz ve 3 kişi daha olunca bir gece için çok da sorun etmedik.
103. Gün Irgız – Aktobe Arası
Irgız’da yapacak bir şey olmayınca sabah oyalanmadan Aktobe’ye doğru çıktık yola. Hava birden bire o kadar soğudu ki sanki birkaç gün öncesine kadar 25 derecelerde dolaşmıyorduk. Rüzgardan dolayı -9 derece hissedilecekmiş nasıl yani biz daha sonbaharı yaşayacaktık. Hava gibi maalesef yol kalitesi de çok kötü, hangi çukurdan, patlamış, kabarmış asfalttan kaçacağımızı şaşırdık.
Bugün yine bir polis çevirdi, ilk defa gülümseyene denk geldik. Turist mi diye sorup aynı gülümseme ile devam edin dedi.
Aktobe’de kalacağımız yer şehir merkezine yürüme mesafesinde eski ahşap Rus evlerinin olduğu bir mahallede çıktı. Neyseki beklentisiz geldiğimiz otel fena çıkmadı, biraz dinlenip yine beklentisiz gittiğimiz ve memnun kalarak ayrıldığımız Saffran’da akşam yemeğimizi yedik. Yarın uzun bir yol bizi bekler…
104. Gün Aktobe – Atyrau Arası
Günlerdir uçsuz bucaksız bozkırların içinde yol alıyoruz. Ve bugünkü yolumuz da saman rengi eşliğinde uzun olacak. Kahvaltı sonrası aracı biraz ısıtıp düştük yollara. Bozkır manzaramıza otlayan hayvanlar da katıldı. Moğolistan’ın çift hörgüçlü develerine alışmıştık, burada ağırlıklı tek hörgüçlüler var. Bazılarının kaçmasınlar diye ön ayakları bağlı. Gördüğümüz manzara hiç içimizi açmadı. Bir an önce yol bitse desek de Atyrau’ya varışımız akşamı buldu. Neyseki yolda bize eşlik eden gün batımı her zaman ki gibi muhteşemdi. Bu sefer gün batımına atların geçiş töreni de eşlik etmişti.
Şehre geldik ama kalacak yer ayarlamadık. Yine daha önce kalan arkadaşlardan ismini bildiğimiz Kamkor otele uğradık. Sovyet zamanından kalma binası ile dıştan epey dökülüyor duruyor. Otel ne kadar itici ise sahibi kadın da o kadar sıcak. Bütün anaçlığı ile ilgilenmesi karşısında ayrılamadık. Gösterdiği odalardan birinde karar kıldık. Bu arada kaloriferler de henüz şehirde yanmaya başlamamış. Bugün başlayacak dediler ve gece gelip peteklerin havasını aldılar. Neyseki sabaha karşı yandı da biz de donmadık. Gezi pek eğlenceli geçiyor, bakalım devamında neler bekliyor
105. Gün Atyrau – Aktau Arası
Özbekistan’ın batısındaki, Kazakistan’a geçmeyi planladığımız, sınır kapısı kapalı olunca Mangistau bölgesinde gezmek istediğimiz yerler için ekstra git-gel 2.000 km yapmasak mı diye düşünmüş ve kararsız kalarak listeden çıkarmıştık. Korkut Ata anıtının orada yaptığımız kamptaki turizm ekibinin başındaki arkadaş daha sonra öyle bilgiler gönderdi ki aklımızın kalmaması mümkün değil. Bir daha ne zaman geliriz diyerek yönümüzü yine değiştirdik.
Mangistau (Mangistav), Hazar Denizi kıyısında, zengin petrol ve gaz rezervleriyle tanınan bir bölgedir. Bunun yanında büyüleyici kanyonları, vadileri, uçurumları ve dağları içeren muhteşem doğal güzelliğe sahiptir. Mars‘ın arazilerine benzetilen bölge, kırmızı yerine, çarpıcı biçimde beyazdır. Müslümanlar için hac yeri olarak kabul edilen yeraltı camilerine ve mezarlıklara da ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca bu bölgede “Dune” filminin 3. serisinin çekilmesi için Kazakistan hükümeti film yapımcılarına davette bulunmuş. Benzersiz ve büyüleyici bir macera vaat eden, böylesi etkileyici bir yer için yapılacak ekstra birkaç bin kilometrenin lafı bile olmaz.
Bugün yaklaşık 900 km yol yaparak bölgenin başkenti Aktau’ya vardık. Yolu genel olarak iyi olsa da manzarada değişiklik yok, çölde devam ve her yerde petrol çıkarma pompaları var. Uçsuz bucaksız gidilen yollarda tarif edilemeyecek güzellikteki gün batımları olmazsa olmazlarımızdan…
Bir ara Özbekistan sınırına o kadar yaklaştık ki sınırın kapalı olmasına üzülüyor insan. Dönüşte arada kalınabilecek bir yer var mı diye bakındık ama yok gibi duruyor. Neyseki akşam geldiğimiz Aktau’daki oteli gün içerisinde ayarlamıştık, temizliği ile mennun kaldık. Ve yarınki gezimizin heyecanı sardı.
106. Gün Bozzhyra ve Shopan-Ata
Sabah Mangistau bölgesindeki Ustyurt platosunun batı kenarında oluşan Bozzhyra’ya (Bozjyra – Boşira) gitmek üzere yola çıktık.
Bozjyra, kireç taşı ve tebeşir kayalarından oluşan devasa uçurumlar ve dağ sıraları ile Kazakistan’ın eşsiz doğal güzelliklerinden biridir. Kazakçadan gelen ismi “gri vadi”, “gri-mavi toprak” veya “gri-mavi çukur” anlamına gelir. Zamanla su, rüzgâr ve jeolojik güçlerin şekillendirdiği bu arazi, bir zamanlar antik Tetis Okyanusu’nun tabanıydı. Yüz milyonlarca yıl boyunca biriken kireç taşı katmanları 250 metre yüksekliğe kadar ulaşır ve eski deniz canlılarının fosillerini barındırır. Ustyurt platosunu yükselten tektonik hareketlerden sonra, erozyon araziyi bugünkü haline getirmiş ve bu süreç, araziyi değiştirmeye devam ediyor. Bu eşsiz coğrafyaya iyi ki gelmişiz diyoruz, gece de bu bölgede kamp yapmaya niyetliyiz.
Yolun büyük çoğunluğu asfalt, son 10-15 km kadar kısmı ise toprak, yoldan ziyade teker izlerini takip ediyorsunuz. Birden fazla manzara izleme noktası tavsiye edilmiş ama bilen birilerini takip etmeden veya elinizde konum bilgileri yoksa doğru yerleri bulmak o kadar da kolay değil. İnternet zaten çekmiyor. İçlerinde en etkileyici olanın Ejderha sırtına (Dragon’s Crest) benzetilen kayanın izlendiği yerin olduğu söylendiği için direkt oradan başladık. Bu nasıl bir manzara! Sanki başka bir gezegendeyiz. Yanında küçük bir kum tanesi gibi kalınacak görkemli kayaları tepeden izliyoruz. Gözle gördüklerimiz, fotoğrafların aktaramayacağı, kelimelerin tarif edemeyeceği muazzam bir güzellik. Bunu kendi gözlerinizle görmeniz lazım!
Bizimle birlikte turla gelmiş birkaç kişi daha var. Büyülenmiş etrafı fotoğraflayıp “buraya gelmeseydik daha sonra üzülürmüşüz” diye aramızda sohbet ederken genç bir rehber yanımıza geldi. Fotoğrafımızı çekti ve başladık muhabbete. “Dune” filminin 3. serisinin burada çekilmesi için Kazakistan hükümetinin film yapımcılarına davette bulunduğunu o da teyit ediyor. Filmin seti olduğunu hayal ederek bir kez daha bakıyoruz.
Amirbek, diğer tur aracı ile birlikte vadinin içine ineceklerini, gün batımı öncesinde bir tepeye çıkıp sonra da kamp yapacaklarını, istersek onları takip edebileceğimizi söyleyince dünyalar bizim oluyor. Bundan güzel teklif olabilir mi. Gruba katılıp takılıyoruz peşlerine, vadinin içine inmek için öyle yollardan geçiyoruz ki yolu ne tek başımıza bulmamız ne de bozukluğu karşısında cesaret etmemiz mümkün değil. Nasıl ince birisi, yolun ekstra zorlu bölümlerine geldiğimizde durup bizi kontrol ediyor ve bilgi veriyor. Getirdiği İtalyan ve Çinli çift de aynı şekilde çok düşünceli ve anlayışlılar. Hep birlikte hareket ediyoruz.
Çok yüksek olmayan kaya tırmanışı sonrası kamp yapacağımız yere geldik. Amirbek neredeyse turla gelmişiz gibi ilgili, yemek hazırlamaya başladığımız sırada bir tabak Kazak mantısı getiriyor. Arkasından hep birlikte çay-kahve eşliğinde sohbet ediyoruz. Nicholas mimar ve Şangay’da yaşıyorlar, iş dolayısıyla İstanbul’a geleceğini söyleyince hemen iletişim bilgilerimizi paylaşıyoruz. Havanın soğukluğuna rağmen ortamda Akdeniz sıcaklığı var. Kimsenin kalkıp yatmaya niyeti yok.
Müthiş bir doğa, harika yeni dostlar ve yıldızların altında keyifli sohbet bundan başka ne isteyebiliriz ki… Bugün zamanın durmasını isteyeceğimiz, rüya gibi geçen bir gün oldu. Anı ıskalamayıp bu ortamın parçası olduğumuz için çok şanslıyız…
Buraya gelmeden önce yolumuzun üstünde uğradığımız Müslümanlar için hac yeri olarak kabul edilen “SHOPAN-ATA”’yı (Shakpak-Ata) Bozjyra’nın büyüsünü bozmaması için sona bıraktık. Tarihi anıt 10. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanır. Ve 10.-20. yüzyılın başlarından kalma eski bir nekropol ile çevrilidir. Yeraltı cami, bir kireç taşına oyulmuştur. Birbirine bağlı 12 odadan oluşur. Her odanın kendine özgü bir işlevi vardır. İlk girişteki; yuvarlak bir ışık deliğinden aydınlatılan, dikdörtgen odanın tam ortasına ahşap bir direk yerleştirilmiştir ve olduğu yer kutsal sayılır. Bu bölümde Hoca dua okuyor.
Dikdörtgen salonun güneybatı köşesinde yer alan alçak bir merdiven, efsaneye göre; çobanların koruyucu azizi ve Türkistanlı Sufi Hoca Ahmet Yesevi’nin müridi olan Şopan-Ata’nın gömülü olduğu mezar odasına çıkar. Şopan Ata’nın kızı da odalardan birine gömülmüştür. Ana caminin doğusunda ayrı bir girişi olan ikinci bir cami vardır, bu sonradan yapılmıştır. Caminin dışında ateş yakılacak bir alan var ve camiden çıkan kadınlar ateşi yakıp bazı ritüeller yaptılar. Enterasan bir yer, bize Meksika’daki San Juan Chamula kilisesini hatırlattı, sanki burada da İslam ile Şamanizm iç içe geçmiş gibi. Girişi ücretsiz olan komplekste gecelemeye izin veriliyor. Misafir odasında ziyarete gelenlerin getirdiklerinin ikram edildiği herkese açık bir masa var. Farklı ortamı ile buraya da uğranabilir.
107. Gün Aktau – Mangistau Bölgesi
Gün doğumu ile erkenden uyanıyoruz. Gece boyunca süren rüzgar sabah da devam ediyor. Rüzgarda çadırı kapamak kolay olmuyor. Sağ olsun Nicolas ve Amirbek kamplarına bizi de dahil ettikleri yetmiyormuş gibi çadırı kapatmakta da yardımcı oldular. İmece usulü arkasından biz de onların çadırları toplamasına yardım ettik. Geri dönüşte de bizi yalnız bırakmadılar ve Amirbek’i takip ettik. Yollarımızın ayrılma zamanı gelmişti. Nicolas’la Akdeniz sıcaklığı ile sarılıp ayrılmamız karşısında Kazak arkadaşlar da Onur’a sarılarak veda ettiler. (İsteyen olursa Amirbek’in iletişim bilgileri var.)
Bugün Bozzhyra’yı bir de sabah ışığında gezmek istiyoruz. Bu sefer diğer izleme noktalarına da uğrayıp Aktau’ya doğru geri dönüşe geçtik. Önümüzde 270 km yol var.
Önce, tarihi 18. yüzyıla uzanan Beket-ATA’ya uğradık. Dik sayısız basamakla inilen yeraltı cami beş yuvarlak odadan oluşuyormuş ve akustik özelliğinden dolayı okunan dualar bütün odalardan sesli duyuluyormuş. Kazak Sufi, eğitimci, bir Aziz olarak saygı gösterilen Beket-Ata ölümünden sonra, caminin kuzey odasının nişine gömülmüştür. Bir gün önce gördüğümüz yeraltı cami yeter deyip in in bitmeyen merdivenlere devam etmedik. Ayrıca caminin etrafındaki dik yamaçlarda, 19.-20. yüzyıldan bir nekropolis var.
Aktau’da kalacağımız otele gittiğimizde resepsiyondaki görevli rezervasyonumuzu göremeyip bizi biraz uğraştırdı. Aynı odayı daha pahalı fiyattan vermeye çalıştı. Banka kredi kartımızdan iyi ki otomatik ödemesi yapılmış, bir anda rezervasyonu buluverdi. Biraz vakit kaybettik ama mutfaklı geniş, tertemiz bir odaya değdi.
Hazırlanıp hemen Hazar Denizi’nden gün batımını izlemeye sahiline indik. Yamacın altında yarı ahşap güzel bir yürüyüş yolu var. Aktau şehrinde çok da özel bir şey göremedik ama dinlenmek ve uzun aradan sonra deniz havası çok iyi geldi.
108. Gün Aktau – Atyrau Arası
Aktau şehrinde özlediğimiz deniz havasını almış ve çevresindeki doğal güzelliklere doyamamıştık. Sabah kalktığımızda niyetimiz Atyrau şehrine geri dönmekti ama 100-150 km’den fazla yol yapamadık. Mangistau Bölgesi’ndeki Ustyurt Doğa Koruma Alanı içinde yer alan Küreler Vadisi (Torysh), Sherkala Dağı ve Airakty Kaleler Vadisi’ni de görmeden bölgeden ayrılmak istemedik.
İlk uğradığımız; Küreler (Toplar) Vadisi olarak adlandırılan “Torysh”, Mangistau bölgesinin en gizemli ilginç yerlerinden biridir. Aktau şehrinden 100 kilometre uzaklıkta bulunan vadi, binlerce yıldır bozkırda duran dinozor yumurtalarına benzeyen, güneşte ağarmış yuvarlak taşlarla kaplıdır. Vadinin oluşumu hakkında çeşitli varsayımlar varmış. Bunlardan biri; kürelerin, aktif tektonik fayların bulunduğu alanlarda yerkabuğunda oluşan elektriksel boşalmalar sonucunda ortaya çıktığıdır. Faylar içinde dönen kayalar, küre şeklinde nodüller oluşturmuştur. Uçsuz bucaksız farklı ebatlardaki topların arasında kısa bir yürüyüş sonrası Mangistau bölgesinin doğal bir sembolü olan Sherkala (Şerkala) Dağı’na geçtik.
Bir ovanın üzerinde tek başına duran Sherkala, Akmyshtau (Akmıştau) Dağ sırasına dahil tebeşir dağlarının kalıntılarından biridir. Dağın kuzey tarafında, sürekli rüzgarlar nedeniyle oluşmuş çıkıntılar vardır ve dikkat çeken hatlarıyla diğerlerinden farklıdır. Açıya bağlı olarak, şekli Kazak yurtlarına ya da uyuyan bir aslana benzetiliyor. Çok rüzgarlı olunca fazla oyalanmadık. Açıkçası bizi çok da etkilemedi, iki gündür gezdiğimiz güzelliklerin gölgesinde kaldı.
Ve Kaleler Vadisi’ndeyiz. Zhairakty veya Shomanai olarak da bilinen “Airakty” dağ grubu, insan eliyle yapılmış gibi duran büyüleyici yarıklarla kaplı dik duvarlara sahiptir. Ukraynalı şair ve yazar Taras Şevçenko bir zamanlar burayı ziyaret ettiğinde “Kaleler Vadisi” adını vermiş. Airakty’nin tarihi 40 milyon yıl önce, antik Tetis Okyanusu’nun tabanının yükselerek kireç taşı yataklarını açığa çıkarmasıyla başlamış. Milyonlarca yıl boyunca yağmur suları ve sert rüzgârlar yumuşak kayalara sıra dışı çizgiler ve oyuklar açmış. Bu doğal süreç devam ediyor. Büyük İpek Yolu’nun gezginleri ve tüccarlarının da bu bölgeyi ziyaret ettiklerine dair izler varmış. Develerin geçit törenine denk gelince rüzgara rağmen burada biraz daha fazla kaldık.
Bölgede konaklama seçeneği maalesef yok, tır parkı yine kurtarıcımız oldu.
109. Gün Jarmysh (Жармыш) – Atyrau Arası
Sabah gün doğumu ile düştük yola. Atyrau şehrine 720 km ve en az 10 saatlik bir yolculuk bizi bekler. Yol boyunca petrol pompaları eşliğinde bozkır yolculuğu sonunda, Atyrau’nun mesai çıkış trafiğini de kaçırmadık. Bu sefer çok daha iyi bir otel seçmişiz. Gün doğumu ile başladığımız günü Ural Nehri kıyısında gün batımı ile taçlandırdık. Ural Nehri, şehrin tam kalbinden geçerek Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki sınırı çiziyor.
Trafiğe kapalı yaya köprüsü; yürüyerek kıtalar arası geçişi sağladığı gibi Zafer ve Retro parklarını da birbirine bağlıyor. Yerel inanışa göre; köprüden geçerken bir dilek tutarsanız, mutlaka gerçekleşirmiş. Rusya döneminde sürgün yeri olarak kullanılan Atyrau, zamanla önemli bir liman şehri olmuş. Eski Rus evleri ile modern mimarinin iç içe geçtiği şehirde kısa bir gezinti yaptık. Tamamen tesadüf eseri seçtiğimiz Japon restoranından hem mekan hem de lezzet açısından memnun kalarak ayrıldık. Yarın Rusya sınır geçişi bizi bekler…
110. Gün Kazakistan – Rusya Sınır Geçişi
Atyrau şehri, Rusya sınırına 285 km uzaklıkta ve sınır geçişi öncesi konaklama için en ideal yer. Yolu ve gümrükte geçecek süreyi de düşününce kahvaltı sonrası fazla oyalanmayıp düştük yola. Kazakistan’a ilk günlerinde yaşadığımız tatsız olayın izlerini batısında yaşadığımız 13:40 gibi Kazakistan sınır kapısına “Kotyaevka” geldik. İlk girişte küçük kâğıt parçasının üzerine plakanın ve araçta kaç kişinin olduğu yazalı birer kâğıt veriyorlar. Sonra bariyerle ayrılmış gümrük kısmına geçmek için bekleniyor. 13:45 gibi başladık beklemeye. Ülkeye girişte olduğu gibi yolcu ve şöför ayrı kısımlardan çıkış yapıyor.
14:05 kapılar açıldı. Onur’un da benim de işlemlerimiz 5 dakika sürdü. Aynı anda ikimiz de çıkıştaydık. Aracı Kazak tarafı aramamış ve sorunsuz geçtik.
Sınırın Rusya tarafını ise Rusya yol notları bölümünde anlatacağız…

İlk Yorumu Siz Yapın