"Enter"a basıp içeriğe geçin

ÖZBEKİSTAN

80. Gün Kırgızistan – Özbekistan Sınır Geçişi ve Andican Şehri 

Sabah 10:40 gibi Dostuk sınır kapısına vardık. Keşme keş her yer. Elimizde kalan Kırgız Somlarını Özbek Somuna çevirdik. (1 Kırgız Som=140 Özbek Som) Araçları sıra ile alıyorlar, yaklaşık 35 dakika kadar bekledik. Kırgız tarafından çıkış şöför ve yolcu için ayrı kapılardan yapılıyor. Ayfer’in çıkışı 5 dakika bile sürmedi. Aracın işi 11:30 gibi bitti.  İki ülke arasında saat farkı var, Özbekistan bir saat geri. Özbek sınırında da şöför ve yolcunun işlemleri ayrı yerlerden yapılıyor. Ayfer’in ülkeye girişi karayolundan 15 dakika sürdü. Gümrük görevlisi çok sıcak karşıladı ve sohbet edip damgayı vurdu. Onur’un işlemleri 45 dk. sürdü, aynı şekilde görevliler evrakları doldururken çok yardımcı olup  doğru düzgün kontrol yapmamışlar. Araç için bir ödeme yapılması gerekiyor ve 250.000 som (20 dolar) aldılar.

Kırgızistan telefon hatlarımız sınıra yakın bölgede çektiği için çıkışta birbirimizi bulmamız kolay oldu. Araç sigortasını da hemen burada yaptırdık 2 ay 72.000 Özbek Som’u. 

Uztelecom sim kart aylık 100GB ve konuşma 65.000 Özbek Som’u. İlk kart ücreti de dahil. 

Yaya tarafından çıktığınızda hemen yerel halkın tarlasından getirdiği ürünleri sattığı bir pazar var. Fergana’nın verimli topraklarında yetişen ürünlerin hepsi harika duruyor. Biz de bir şeyler alıp Andijan’a (Andican) doğru devam ettik. 

Andican, Babür Hanedanlığı’nın kurucusu, hükümdar, komutan ve yetenekli şair Zahîrüddin Muhammed Babür’ün doğum yeridir. Şiirsel eserleri; insan onurunu, sevgiyi ve dürüstlüğü yücelten, doğu lirik şiirinin en güzel örnekleridir. Andican şehir merkezine yedi kilometre uzaklıkta, Bogişamol (Bogishamol) tepesine, öldüğü Agra’dan ve gömüldüğü Kabil’den toprak getirilerek anısına “Babür Anıt Parkı” açılmıştır. Parkta, Babür’ün bir anıtı, mermer bir lahit içinde sembolik bir mezar ve hayatı, eserleriyle ilgili objelerin ve nadir kopyaların sergilendiği bir müze yer almaktadır. Bu tepenin seçilme nedeni; Zahîrüddin Babür’ün “Baburnâme” adlı eserinde bu dağdan bahsetmiş, yürüyüş ve düşünmek için gözde bir yer olduğunu yazmış olmasıdır.

Müze kapalı olduğu için gezemedik ama yerel halkın bu parkta nasıl sosyalleştiğini görmek Özbekistan’a ısınma açısından güzel oldu. Bogişamol tepesine çıkan bir teleferik de var. Park zamanla şehrin simgesi haline gelmiş. 

Şehir merkezine geldiğimizde meydanda at üstünde büyük bir Babür heykeli karşılıyor bizi. Ziraat Bankasının şubesi ise hemen radarımıza giriyor. Her yer yemyeşil, caddeler geniş. Duvarla kapalı tek katlı evlerin önünde sıra sıra dizilmiş asmalar çok hoş görüntü oluşturmuş. Şehir içinde görülecek çok bir şey yok. 1885-1892 yıllarında yapılmış devlet koruması altında olan Jome Medresesi ve Kulesi’ni görüp ayrılacağız.  Ahşap mimarisi ve işlemeleri ile etkileyici duruyor.

Yakınında da 1924 yılında kurulmuş olan Andijan Bölgesi Tarih ve Kültür Devlet Müzesi var. Aracın yanına geldiğimizde bizi heyecanla bekleyen bir bey ile karşılaştık. Sanki akrabalarını görmüş gibi nasıl mutlu! Arabayı park edip gittiğinizi gördüm yetişemedim diye çok üzülmüştüm diyor, sırf bizimle tanışmak için beklemiş. Meğerse İstanbul’da uzun yıllar çalışmış ve ülkesine geri dönmüş ama nasıl içinde bir İstanbul özlemi var. Özbeklerin özellikle İstanbul, Türkiye sevgisi ile de bu kadar içten ilk burada tanıştık. 

Akşam Karkidan gölü kıyısında kamp yapacağız. Geçtiğimiz diğer ülkelerde olduğu gibi maalesef Özbekistan’da da doğanın çöplük olarak kullanıldığına şahit oluyoruz. Gölün suyu bilinçsiz kullanımından dolayı kurumuş, etrafı da şantiye alanı gibi. Günübirlik piknikçiler gittikten sonra gölün bekçileri köpekler ile baş başa kaldık. Yavruları nasıl korkutmuşlarsa 100 metreden fazla yanımıza yaklaşmıyorlar. Verdiğimiz yemekleri ise biz araca binip ortalıkta olmayınca gelip yediler. Puslu gün batımının üstüne ay tutulmasını izlemeye doyamadık.

81. Gün Fergana, Margilan ve Kokand 

Sabah, Karkidan gölü kıyısında kamp yaptığımız yerden Fergana şehrine geçtik. 9. yüzyılda yaşamış, astronomi, matematik, coğrafya ve mühendislik alanlarında çalışmış büyük bilgin Al-Fergani’nin (Ebu’l-Abbas Ahmed bin Muhammed bin Kesir el-Fergani) Fergana Bölgesinde doğduğu kabul edimektedir. En önemli eseri batıda da kabul görmüş; astronomik gözlemler, gezegen hareketleri ve matematiksel hesaplamalar içeren “Kitâb al-Mesâlih al-Mekânîye”’dir. Şehir gezimize de büyük bilginin adının verildiği parktan ve anıtını fotoğraflayarak başladık.  Fergana, temiz, yemyeşil ve geniş caddeleri ile düzenli bir şehir. 

Buradan Margilan’daki Yodgorlik Silk Factory, ipek işleme atölyesini ziyaret ettik. Margilan, İpekyolu’nun altın çağlarında Fergana Vadis’inin en büyük şehriymiş ve burada dokunan ipekler “Han Atlası” olarak bilinirmiş. (Hikayesini burada uzun uzun yazmıyoruz.) Yodgorlik, geleneksel yöntemle ipek böceği kozalarının ürün haline gelene kadarki üretim aşamalarını görüp sonunda da ürünlerden satın alabileceğiniz mağazası ile görülmeye değer. Çalışan personeli çok güler yüzlü ve Türkiye’den geldiğimizi öğrendiklerinde ayrıca ilgi gösterdiler. 

Aklımızda sadece ipek işleme atölyesi varken yanından geçtiğimiz caminin mimarisi hoşumuza gidince durduk. Fergana Vadisi bölgesinin yıkıcı depremlerinden kurtulan birkaç caminin en eskisi olan Khonakah (Kgonakokh) Cami, şehrin en parlak mimari anıtlarından biriymiş (16. yüzyılda inşa edilmiş). Burayı da ziyaret edip şehirden ayrıldık.

Sırada seramikleriyle ünlü Rishton kasabası var. Mingboshi seramik atölyesi hem geleneksel hem de modern yöntemle seramik üretimin yapıldığı gezmesi çok keyifli bir atölye. Özellikle 1 ve 4 yılda bittiğini söyledikleri duvar mozaiklerinin sergisi çok etkileyiciydi. Birebir ilgilenip her aşaması hakkında bilgi verdikleri için ne kadar teşekkür etsek azdır. Ürünlerini sergiledikleri gibi birinci elden almak isteyenler için satış yapıyor olmaları da süper. Ürünlerin hepsi birbirinden güzel, aklımızda hiç yokken bizim bile çelmeyi başardı. Tabii ki elimiz boş çıkamadık. Tavsiyeleri üzerine Begimoy restoranda yemeğimizi yiyip Kokand şehrine geçtik. 

Şehre vardığımızda Khudáyár Khán (Hudoyar Han) Sarayı’nın ziyaret saatini kaçırdığımızdan etrafındaki parkı gezmekle yetindik. Gelen müzik sesine doğru ilerlediğimizde sarayın önündeki hareketlilik dikkatimizi çekti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken önümüzdeki günlerde büyük bir sanat festivalinin olduğunu ve provasının yapıldığını öğrendik. Sanki şehirdeki bütün gençler provadaydı, bize gençliğimizdeki 19 Mayıs gösterilerini hatırlattı. Festivale kadar kalamasak da önden gösterilerine denk geldiğimiz için şanslıyız. Kokand şehri de geniş caddeleri ve yemyeşil bitki örtüsüyle gönlümüzde yer aldı.

82.Gün Kokand – Taşkent Arası

Sabah kahvaltı sonrası ilk durağımız, dün Kokand’a geldiğimizde kapandığı için içini göremediğimiz Hudoyar Han’ın Sarayı oluyor. Burası “Kokand’ın İncisi” olarak adlandırılan son Kokand Hanı’nın (Hudoyar Han) ikametgahıdır. 1871 yılında inşası tamamlanan sarayın başlangıçta yedi avlusu ve yüzlerce odası varmış. Günümüzde bölgesel bir müze olarak hizmet veren sarayın, iki avlusu ve on sekiz odası gezilebiliyor. Dört minaresi, Orta Asya’nın geleneksel mimarisi ve çinileri ile çok ihtişamlı duruyor.

Mimari mucize olarak görülen saray, yaklaşık on altı bin işçi tarafından inşa edilmiş. Biz sarayı gezerken bir taraftan da terasında son sürat festivalin gösteri provaları devam ediyor. İç avlusu da terası gibi çok hareketli. Gençler nereden geldiğimizi merak ediyor. Hepsi İngilizcelerini ilerletme isteği içinde biz de Türkçe ne kadar anlaşabiliriz. Türkçe tabii ki baskın çıkıyor. Hem içindeki eserler hem de mimarisi ile gezmekten keyif aldığımız sarayın giriş ücreti 50.000 Özbek Somu. 

Şehir ayrıca türbe, medrese ve cami yönünden de zengin. Ziyaret ettiğimiz Norbutabiy Cami, 1825 yılında Ömer Han’ın annesine adanan Modari Han Türbesi (Modari Khan Mausoleum) ve hanın lahitlerini barındıran Dama-i Şahon Türbesi (Dahma Shahkan’s Mausoleum) bize yeterli geldi.

1809-1812 yılları arasında inşa edilmiş olan Jome Cami, günümüzde uygulamalı sanatlar müzesine ev sahipliği yapıyor. Eski cami ortasında 22 metre yüksekliğindeki minaresi olan geniş bir avlunun etrafına inşa edilmiş, burayı da ziyaret edip şehirdeki gezimizi tamamladık. Giriş ücreti 35.000 Özbek Somu. 

Kokand’dan Taşkent’e doğru devam ettik. Yol üzerinde Pereval Burgut, asma köprülü vadiye bakan manzarası ile dikkatimizi çekince durduk. Rüzgar şiddetli olunca fotoğraflamak için kısa bir mola yeterli geldi. Meyve ağaçları ve yemyeşil doğa yolculuğumuza eşlik etti. Yol boyunca çok fazla trafik kamerası olduğu da gözümüzden kaçmadı. Taşkent’e dönüşte uğrayacağımız için şehir dışında bir otelde kalıp yarın Semerkant’a devam edeceğiz.

83. Gün Taşkent – Semerkant Arası

Kahvaltı sonrasında gezinin merakla beklediğimiz şehirlerinden biri olan Semerkant’a doğru yola çıktık. Amin Maalouf, “Semerkant” adlı romanında “Semerkant, dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü” benzetmesini yapar. Kitabı okuyalı üzerinden yıllar geçmiş olsa da şehri görmek bugüne kısmetmiş . 

MÖ 7. yüzyılda eski Afrasyab adıyla kurulan Semerkant, en önemli gelişimini 14. ve 15. yüzyıllarda Timurlular döneminde yaşadı. Eşsiz mimari yapıları ile en eski şehirlerden biri olarak kabul edilen Semerkant’ın UNESCO Dünya Mirası listesinde olduğunu zaten tahmin etmişsinizdir. Şehir için bu kadar ön bilgiden sonra dönelim yola.

Ülke genelinde yollarda düzgün benzin istasyonu ve Dizel bulmak kolay olmuyor. Moğolistan’da kalitesiz mazot yüzünden yaşadığımız sancılı anları tekrar yaşamamak için ne kadar özen göstersek de bulamayınca da yapacak bir şey yok deyip olanı alıyoruz. Taşkent’ten, Semerkant’a doğru son 200 km yol asfalt ama inanılmaz bozuk. Hoplaya zıplaya ilerleyerek pamuk tarlaların eşliğinde  kalacağımız otele vardık. Park sorunu yaşamamak için şehir merkezinin dışında ama çok uzakta olmayan bir otelde kalmayı tercih ettik. Otele yerleşir yeşlenmez oyalanmadan arabayla çıktık. Şehir merkezine yakın otopark ücretlerinin saati; 6.000-10.000 Özbek Somu arası değişiyor. 

Daha Registan Meydanı’na doğru yürürken şehrin büyüsü sizi etkisi altına alıyor. Yemyeşil yürüyüş yolu o kadar güzel ki . Sağlı sollu kafeler, restoranlar renkli çinili binalar dikkat çekiyor. Meydana vardığımızda ise daha da etkileyici bir manzara karşıladı bizi. Gündüzü ayrı gecesi ayrı büyüleyici. “İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez” diyen Kırgız yazar Cengiz Aytmatov‘ın dediği gibi biz de ortamın cazibesini anlatmakta zorlanıyoruz. “U” biçiminde üç essiz mimari abidenin (Uluğ Bey, Sirdor-Sherdor ve Tillakari Medreseleri) yer aldığı Registan Meydanı, Orta Asya Türk mimarisinin nadir örneklerinden biri kabul edilir. 

Akşam 20:00 gibi müzikli ışık gösterisi başlıyor ama bu ilki fragman, sakın bitti sanıp ayrılmayın esas gösteri saat 21:00’da başlıyor.  Sanki zaman makinası ile tarihte yolculuk yapıyorsunuz. Müthiş etkileyici görsel şov hafızamıza kazınıyor. Bugün akşam sadece ışık gösterini izledik yarın içlerini ve şehrin diğer eserlerini gezeceğiz. İlber Hoca’nın görmeden ölmeyin dediği 5 şehirden biri olan “Semerkant” bizi de büyüledi.

84. Gün Semerkant

İpek yolu üzerinde bulunan, kültürel varlıklarla dolu tarihi şehrin dün sadece fragmanını görmüş filmini ise bugüne bırakmıştık. 

Semerkant’ı biraz Ömer Hayyam’ı da hissederek, onunla bütünleştirerek dolaşmak istiyoruz. Şehirdeki başlıca anıtlar arasında; Registan  Meydanı’ndaki Medreseler, Bibi-Hanım Cami (Bibi-Khanum Cami), Şahi-Zinde (Shah-i-Zinda) Kompleksi ve Gür-Emir Kompleksi ile Uluğ Bey Rasathanesi sayılabilir ama görülecekler listesi çok daha uzun…

Bütün günümüzü şehirde geçirmeyi düşündüğümüz için aracı otelin otoparkında bırakıp taksi ile (YandexGo kullandık) gelmeyi tercih ettik. Taksi ücretleri o kadar komik ki 7 km’lik mesafeye 60 TL ödedik. 

Şehir gezimize, anı yaşamanın değerini daha iyi anlayabilmek için ölümü ve ebediyeti hatırlatan atmosferi ile Shah-i-Zinda Kompleksi’nden başladık. IX. ve XIX. yüzyıllardan kalma türbe ve mezar topluluğunun koridorlarında dolaşırken hem hayatı sorgulayıp hem de mozaikler, seramiklerle bezenmiş ince işçiliği ile mimarisine hayran kaldık. (Giriş ücreti kişi başı 50.000 Özbek Somu) 

Buradan eski bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş ola Hazrat Khizr (Hazreti Hızır) Cami’ye geçtik. Ahşap oymaları, renkli çini süslemeleri ve minaresi ile etkileyici caminin bulunduğu konumdan 

Registan Meydanı ve Bibi-Hanım Cami gibi şehrin simge yapılarını da izlemek mümkün. Ayrıca Özbekistan’ın eski Cumhurbaşkanı İslam Karimov’un türbesi de burada yer almaktadır. 

Tarihi yerlerin gezisine, Siyob Bozori, çarşısına uğrayarak ara verdik. Hediyelik geleneksel Özbek ürünlerinden, baharata, sebze-meyvenin satıldığı pazarda alışveriş yapacak olursanız en az %30 pazarlık payı olduğunu unutmayın. 

Timur’un büyük aşkı için yaptırdığı görkemli Bibi-Hanım Cami’yi gezerken faniliğimizi sorguladık. “Bugün var, yarın yok…”(Giriş ücreti 75.000 Özbek Somu) Bibi-Hanım’ın türbesini ise caminin karşısına yapmışlar ve onun giriş ücreti de ekstra. Kişi başı 100.000 Som olduğunu öğrenince dıştan görmekle de yetindik. Onun yerine aç karınlarımızı doyurmayı tercih ettik. (2 adet şaşlık, 2 adet bira, 1 tabak Özbek pilavına %15 servis dahil 207.000 Som hesap ödeyince Ören yerlerinin girişinin ne kadar yüksek kaldığı ortaya çıkıyor. Tabii yerel halkın giriş ücretleri çok daha düşük.)

Yemek sonrası Emir Timur Türbesi’ni ziyaret ettik. 14. yüzyıl mimarisine sahip Gur-i Emir Kompleksi (Amir Temur Mausoleum, Gur-i Amir Сomplex) Semerkant’ın “mavi kubbeli incisi” diye geçer. Timur Hanedanlığına ait birçok aile mensubu bu türbede yatıyor. Türbe bölümüne girdiğinizde mermer ve yeşim taşından yapılmış kabartmalı paneller, altın yaldızlı süslemeleri karşısında gözünüz kamaşacak. Mezarlıkların arasında orta bölümdeki koyu yeşil lahit Emir Timur’a ait. Türbenin içinde bir direğin tepesinde de bir at kuyruğu sallanıyor. Bu at kuyruğunun anlamı; o türbede bir komutanın yattığına dair bir işaretmiş. Tarihi ve mimari değerinin yanı sıra, bu muhteşem türbe, Delhi’deki Humayun Türbesi ve Agra’daki Taç Mahal gibi Mughal mimarisine ilham veren örnek eserlerden biri olmasıymış. 

Ve günün sonuna yaklaşıyorduk. En lezzetli yemeği tabii ki sona saklamıştık. Semerkant’ın kalbi “U” biçiminde sıralanmış eşsiz mimarili 3 medresenin yer aldığı, “Registan Meydanı” ile film son bulacak. Giriş saatimizi özellikle akşam üzeri seçtik ki hem gündüzünü hem gün batımındaki güneşin ışık oyunlarını görebilmek hem de akşamki müzikli ışık gösterisini içerideyken izleyebilmek. Biletimizi almak için girişine geldiğimizde hoş bir sürprizle karşılaştık. Bilet gişesindeki güvenlik görevlisi ile Türkçe selamlaştığımız sırada “siz sıraya girmeyin direkt geçin “ demesine başta emin olamasak da kapıdaki ikinci görevli de yandan bizi geçirince hem çok şaşırdık hem de mutlu olduk. Giriş ücreti; kişi başı 100.000 Som, burasının ihtişamı karşısında aslında hiçbir şey.

Medreselerin içlerini de hayran hayran gezdik. Zamanında bu üç medrese  Orta Asya’nın en büyük eğitim kompleksi olup verdikleri eğitimin kalitesi ile de ünlenmişler. Meydanın sol tarafındaki yapı, Uluğ Bey tarafından yaptırılan Uluğ Bey Medresesi (1417-1420). Masmavi ve renkli çiniler, motifli süslemeleri ile taç kapısından geçip içeriye kocaman bahçesine çıkılıyor. Zamanında dersliklerin olduğu odalarda şimdi hediyelik eşya satılıyor. Sırayla Şirdar (1619-1636) ve Tillakari (1646-1660) Medreselerini de aynı hayranlıkla geziyoruz. Her köşesinde ince bir detay, müthiş bir perspektif, muhteşem kubbeler, çiniler, işlemeler, inanın anlatmakla olmuyor görmek lazım. Akşam müzikli ışık gösterisi başladığında; o zarif yapıların nasıl pembelere, mavilere, yeşillere, sarılara, renkten renge döndüğünü ikinci akşam da hayranlıkla izledik… 

Semerkant ülkenin ortasında vahada açmış çiçek gibi rengarenk…

85. Gün Semerkant – Shahrisabz Arası

Sabah kahvaltı sonrası, 1421 yılında Timur İmparatorluğu’nun 4. Sultanı ve astronomu Uluğ Bey tarafından yaptırılan “Uluğ Bey Rasathanesi’ni” ziyaret ettik. Rasathanede Ali Kuşçu, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyasettin Cemşid gibi devrin ünlü astronomları çalışmış. Gözlem evinin içindeki, koordinatların hesaplanmasında kullanılan düzeneği (sekstant kalıntısını) görmek bile tarifsiz bir duygu. Zamanında bu özel yapım düzenekle, yıldızların ufuktan yükseklikleri ölçülüp bir takım hesaplamalar yapılmış.

Buradaki astronomlar dünyanın güneşin çevresinde ne kadarlık bir süre içinde döndüğünü çok ufak farkla hesaplamış ve yüzlerce, binlerce yıldızı ve gezegeni incelemişler. Gözlem evinin matematiksel tablolar ve gökyüzü çizimlerinin sergilendiği küçük bir müzesi de var. Şairliğinin ötesinde iyi bir matematikçi ve gök bilimci olan Ömer Hayyam’ı da anmadan geçemedik. Dönemin kıymetli ilim merkezi olan rasathanenin çalışmaları, ne yazık ki Uluğ Bey’in  vefatından sonra sekteye uğramış.

Buradan sonra Emir Timur’un doğduğu şehir Şehrisebz’e doğru (Timur’un Yeşil Şehri diye de geçer) yola çıktık. Yol üzerinde kayalık bir yamacın önündeki kalabalığı görünce merak edip biz de durduk. Meğerse 1973 yapımı Alman filmi “Apachilar” (Apaçiler) burada çekilmiş ve Özbek hayranlarının akınına uğruyor. Kalp şeklinde bir açıklığı olan büyük bir kaya ile birlikte kendine özgü kaya oluşumlarının olduğu yamacın yanından geçiyorsanız fotoğraf için durulabilir. Manzarası da fena değil.

Kuru sıcak havada klimaya rağmen Şehrisebz şehrine pişerek vardık. Eylül ayında 37 derecede böyleyse yazını hayal bile etmek istemiyoruz. Bu bölgeyi bisiklet ve motosikletle yazın geçen arkadaşları bir kez daha takdir ettik.

İpek Yolları üzerinde bulunan Şehrisebz’in Tarihi Merkezi, 2000 yılı aşkın bir geçmişe sahiptir ve 14.-15. yüzyıllarda Keş bölgesinin kültürel ve politik merkeziydi. UNESCO Dünya Mirası  listesinde yer alan şehrin tarihi merkezinde görülecek 5 yer, bir parkın içinde yer alıyor. Buraya gelene kadar tabii ki sağ olsun Yandex bizi ara dar sokaklara sokmayı ihmal etmedi. Sıkışıp kaldığımız bir sokakta da yerel halk yardımımıza yetişti. Doğru yolu gösterip parkın girişlerinden birine yönlendirdiler.

Parktaki yerlerin her birinin giriş ücreti ayrı. Timur’un buradaki sarayının kalıntıları (Ak Saray’ın giriş ücreti 40.000 Som) heykeli, müze ve camileri dolaşıp otele geçtik. Kapısının temelleri korunmuş saray, heybeti ve etkileyici tasarımı ile dikkat çekici duruyor. En çok da caminin bahçesindeki 700 yıllık ağaçlara hayran kaldık. 

Otele yerleştikten sonra akşam yemeğimizi lokallerin gittiği büyük çay bahçesi tarzı ortamı olan bir yerde yedik. Turist görmeye alışkın olmadıkları gibi üstüne Türkiye’den geldiğimizi öğrendiklerinde öyle ilgi gösterdiler ki ortamdan kalkasımız gelmedi. Yediğimiz şaşlıklar da en iyiler arasında yerini aldı. Kaldığımız otelleri şehir merkezlerinden ziyade hem otopark sorunu olmaması hem de lokallere yakın olmak için dışında seçiyoruz.

Turizm konusunda Özbekistan açılmaya çalışıyor ve maalesef ekonomisi iyi olmayan güzel insanların sanki huylarının da değişmesine neden oluyor. Turistik olmayan yerlerde kaybedilmemiş dürüstlüğü, saflığı görmekten mutlu oluyoruz. Özbekistan genelinde restoranlarda genelde %10-15 arası otomatik bahşiş hesaba dahil ediliyor. Bu akşam yemek yediğimiz yerde eklenmemişti ve garson gence bahşiş bırakmak istediğimizde almadı. Aynı şekilde otelde biz söylemeden eşyalarımızı taşıyan gence bahşiş vermek istediğimizde geri çevirdi. Bu bölgeye özgü mü yoksa henüz gözleri açılmadığından mı bilmiyoruz, umarız bozmayız ve bozulmazlar. 

Akşam bir de ışıklı hali ile parkı  görelim diye geri döndüğümüzde saray bölümüne ücretsiz girilip gezildiğini gördük. Saat 17:00’da mesai bitince görevli de kalmamıştı. Sarayın içinden geriye bir şey kalmamış, sadece dışı için ücretsiz saatinde gezmek daha mantıklı.

86. Gün Şehrisebz – Buhara Arası

Şehrisebz’den sabah, İpek Yolu üzerinde bulunan 2000 yıldan daha eski tarihe sahip ve şehir merkezi ile UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bir başka masal şehir “Buhara” için yola çıktık. 

Tabii ki yol üzerinde uğranacak yerleri de ziyaret edeceğiz. Karşi şehrine, Emir Timur Köprüsü’nü (Karshi, Kaşkaderya Köprüsü) görmek için uğradık. 10 kemerli eski köprü, Pers mimari tarzında 1583 yılında inşa edilmiştir. Özellikle akşamları ışıklandırılmış hali güzel oluyormuş. Şehrin Büyük İskender’in bizzat ziyaret ettiğine dair bir efsanesi de var. Hava çok sıcak olunca fazla oyalanmayıp Buhara’ya doğru devam ettik.

Yollar genel olarak çok kötü, asfalt görünümlü ama ay yüzeyi gibiler. Kalacağımız otele yaklaştığımızda ve nihayet sarsıntılı yol bitti dediğimiz anda şehir, müthiş berbat bir trafikle bize “Hoş geldiniz!” dedi. Trafikte sıkışıp kaldığımıza yanarken bazı yolların kapalı olduğunu öğrenince üstüne tuz biber oldu. Meğerse şehirde maraton varmış ve birkaç saat içinde başlayacakmış. Biz de ne güzel denk getirmişiz. Son 5 km yolu neredeyse 1,5 saatte gidebildik ve aracı da otele 300 metre kala bir yere bırakabildik. En azından park yeri bulduk diye sevindik. Otele vardığımızda, sıcacık güler yüzlü karşılama bütün yorgunluğumuzu alıp götürdü. Şehir merkezine yürüme mesafesinde olduğumuz için şanslıyız. Hazır denk getirmişiz yarışı kaçırmayalım değil mi.

Şehrin sembollerinden biri olan defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmiş ve her seferinde daha iyi ve daha güçlü hale gelen “Ark Kalesi” ilk karşımıza çıksa da önce yarışın startını izlemek istiyoruz. Farklı ülkelerden gelmiş yarışçılar ve farklı etaplarda yapılacak yarışın heyecanı ortamı sarmış. Tarihin içinde koşacaklar nasıl heyecan olmasın. Maraton koşacaklar için gece uzun olacak. Ve yarış başlar, biraz destek sonrası biz de ortamın cazibesine kaptırdık kendimizi. Nereden başlasak diye aç kurtlar gibi ortalıkta dolanıyoruz.

Bir tarafta rengarenk tezgahlarda satılanlar bir tarafta yerel dans gösterileri, restoranlardan etrafa yayılan kokular ve tarihi yapıların görselliği arasında gidip geliyoruz. Sonunda açlık ağır basıyor, ilk akşam ön tanışma deyip bir şeyler yemeğe karar veriyoruz. Lyabi Hauz (havuzun kenarı anlamına geliyor) meydanında havuzun yanındaki masalarda yer bulunca hiç kaçırmıyoruz.  Burası İpek Yolu döneminden kalma bir havuz ve etrafı tarihi yapılarla çevrili. Nadir Divan Bey Medresesi’nin önünde bir eğlencedir gidiyor. Meydanda Nasreddin Hoca’nın eşeğe düz binmiş heykeli de hemen dikkat çekiyor, buranın sembollerinden olmuş.  Karnımız doymuş gelirken hayran hayran hızlıca fotoğrafladığımız yerleri bir de akşam ışıl ışıl fotoğraflayıp otele geri döndük. Yarın kaldığımız yerden devam…

87. Gün Buhara

Sabah kahvaltı sonrası ilk işimiz dün mecburi bırakmak zorunda kaldığımız yerden arabayı otelin önüne almak oldu. Kafamız rahat şehir gezimize kaldığımız yerden devam…

İlber Ortaylı Hoca’nın görmeden ölmeyin dediği beş şehirden biri olan “Buhara”, Orta Asya’da uzun süre önemli bir ekonomik ve kültürel merkez olmuştur. En parlak dönemi 9.–10. yüzyıllar (Samanîler dönemi) ve ardından 16.–19. yüzyıllar (Şeybanî ve Mangıt Hanlıkları dönemi) arasında yaşanmıştır. Bozulmamış tarihi şehir merkezi ile kendinizi bir masalın içinde gibi hissediyorsunuz. 

Ark Kalesi, yüzyıllar boyunca Buhara hükümdarlarının yaşadığı bir kraliyet sarayı, aynı zamanda bir askeri üs, idari merkez, ve korunaklı şehir olarak işlev görmüştür. XIX. yüzyıldan kalma ön kapılar, XVIII. yüzyıldan kalma saray camisi, XVI. yüzyıldan kalma taht salonu ve selamlama avlusu günümüze kadar gelmiştir. Geleneksel giysilerin, el yazmaların ve silahların sergilendiği tarih müzesi de kalede yer almaktadır. (Kalenin giriş ücreti 60.000 Som, yaklaşık 200 TL.) Burayı sabah yerine, gün batımını da izleyebilmek için akşam üzeri gezmeyi tercih ettik. 

Şehirde gezmeye nereden başlarsanız başlayın sizi etkisi altına alıyor. Labirent gibi sokaklarında dolaşırken hangi sürprizle karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Matruşka gibi sanki çarşılardan çarşılar, medreselerden medreseler çıkıyor.

Gündüzü ayrı gecesi ayrı etkileyici olan; Kalon Cami, Kalon Minaresi ve Mir Arab Medresesi’nin olduğu bölümden ayrılmak istemiyorsunuz. Üçlü öyle ihtişamlı duruyor ki en hareketli ve fotoğraflanan yerlerinden biri. Cengiz Han bile öyle etkilenmiş ki Buhara’yı fethettiğinde, yıkmadığı tek yer 1127’de inşa edilen Kalon Minaresi olmuş. Kalon Cami’nin giriş ücreti 15.000 Som ve görülmeye değer. Karşısındaki Mir-i-Arab Medresesi restorasyonda olduğu için sadece dıştan görülebiliyor. 

Buradan Chor Minor Camisi’ne uğradık. Farsça’da “Dört Minare” anlamına gelen caminin üzerindeki dört kule dini minare olarak kullanılmak üzere tasarlanmamış. Bunların dört ana dini yansıttığına inanılmaktaymış. Bazı kaynaklara göre de, minarelerin her biri İslam’ın dört ana mezhebini (Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli) sembolize ediyormuş. Dışarıdan hoş farklı mimarisi ile duran camiyi fotoğraflayıp ayrıldık. Oradan dün akşam yemek yediğimiz havuzun olduğu bölgeye geldik. Koʻkaldosh medresesini de bugün yakından gördük. Tezgahının önündeki Türk bayrağı ile Maraşlı Dondurmacı dikkatimizi çekti. Şimdi sıcakta dondurma iyi gitmez mi deyip soluğu yanında aldık. Dondurma bahanesi ile biraz sohbet edip ayrıldık. 

Buhara’nın en büyük mimari anıtlarından biri  1417 yılında inşa edilmiş olan Uluğ Bey Medresesi’dir. Kapısının üzerinde “İlim öğrenmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır” yazılıydı. Nereden nereye. Abdülaziz Medresesi de Uluğ Bey Medresesi’nin karşısında 1652 yılında inşa edilmiş olup onunla birlikte bir mimari bütünlük oluşturmaktadır.

Şehirde gez gez medreseler camiler bitmiyordu. Bolo Hauz Cami’yi de görüp, merkez çarşısına uğradık. Lokal pazarda; baharattan kuruyemişe, giysiden hediyelik eşyaya, meyveden sebzeye ne ararsanız var. Kısa bir gezinti bize yetti. Biraz dinlenip akşam üzeri planladığımız gibi Ark Kalesi’ne çıktık, güneş arkadan geldiği için şehre doğru fotolar daha iyi çıkıyor. Gün batmaya başladığında ise renkler şehrin cami ve medreselerine ayrı bir hava katıyor. Surlara belli bir mesafeye kadar yaklaşılmasına izin verildiği için süper fotoğraflayamasak da gördüklerimiz bize yetti. Müzesini gezip, eski şehrin kalıntılarının üzerinde gezerken tarihe yolculuk etme hissi bile bizi mest etmeye yetiyor. Kaleden şehrin ışıltılı meydanına inip ilk kez görüyormuşuz gibi yeniden dolaşıyoruz.

88. Gün Buhara – Hive Arası

Dün maraton için gelenler yavaş yavaş ayrılmaya başladığı için otelde geriye birkaç kişi kaldık. Kahvaltı sonrası otelin sahibi aile de sohbete katılınca sanki ailemizle bir hafta sonu geçiriyormuşuz gibi hissetmemizi sağladılar. Dönüşte tekrar uğramak üzere iyi dileklerini alarak Khiva’ya (Hiva-Hive) doğru yola çıktık. Önce İslam dünyasında 10. yüzyıl mimarisinin günümüze ulaşan en iyi örneği olduğu söylenen ünlü İsmail Samanai (Samoni) Türbesi’ne uğradık.

Samani Hanı, İsmail Samani hayattayken babasının mezarı üzerine bir türbe yaptırmış ve vefat ettiğinde kendisi de buraya gömülmüş. İçinde kırk pencere açıklığı bulunan türbenin tepesi boyunca bir geçişli galeri uzanır. Gün boyunca, güneş ışığının yönüne bağlı olarak türbe duvarlarındaki desen, süslemesi değişiyormuş. Açıkçası turist akınına uğramış küçücük yerde sıkışmış fotoğraf çekmeye çalışan insanların olduğu ortam bizim hoşumuza gitmedi. Sade mimarisi ile dışarıdan görmek bile fazlasıyla etkileyici. İçini boş haliyle hissederek dolaşmak isterdik. Samanid Park’ın içinden geçerek 12. yüzyıla ait Harzem mimarisinin özelliklerini taşıyan Çeşme-i Eyüp Türbesini ziyaret ettik. Efsaneye göre buraya yolu düşen Eyüp, susuzluktan kırılan şehirde dolaşırken asasını yere vuruyor ve türbenin içinde yer alan kuyunun sağlıklı ve iyileştirici suyu ortaya çıkıyor. Bu görsel tarihi şehre artık veda zamanı gelmişti. 

Daha önce de yazmıştık maalesef Özbekistan’da da kaliteli mazot hatta mazot bulmak sıkıntılı. Yola çıktığımızda hız sabitleyici ikaz verdi, ardından PCS arıza. Mecburi almak zorunda kaldığımız mazottan kaynaklanmış olabilir diye çok da önemsemedik. Dizel partikül filtre temizliğini yaptığı sürece sorun yok deyip devam.. Yolun kalitesi Urganch’e (Urgenç) kadar iyi, su kıyılarına yaklaştıkça pamuk tarlaları bize eşlik etse de genel olarak çölde gidiyoruz. Birden hızı düşürme levhaları çıkıp polisin araçları durdurması üzerine başta anlam veremedik. Meğerse bu sıkıcı çöl geçişinde şöförlerin kendine gelmesi için 5 dakikalık araçtan inip mecburi dinlenme molasıymış. Bakalım yollarda daha nasıl uygulamalara denk geleceğiz.

Akşam 5:30 gibi Hive’de kalacağımız otele vardık. Önce büyük bir oda verdiler, sonra bu değil sizin oda hazırlanıyor deyip ekstra bekletmeleri yol yorgunluğunun üstüne gitmedi. Neyse odaya yerleşip zaman kaybetmeden eski şehir merkezine gittik. 

Hive (Khive, Hiva), UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan, iyi korunmuş surlarla çevrili iç şehrinde (Itchan Kala-İç Kale) bulunan 60’a yakın anıtıyla açık hava müzesi gibidir. İç içe iki surun çevrelediği şehrin dış surlarından geriye pek bir şey kalmamış. Hive Hanlığı’nın başkenti, tarihi İpek Yolu’nun önemli merkezlerinden biriydi. Ticaret, kültür ve öğrenim konularında kilit bir rol oynuyordu. Ayrıca tarihte önemli bir köle pazarı olarak biliniyor olmasını bu şiirsel şehre yakıştıramadık. Tarihteki önemli yeri kadar etkileyici mimarileri ile camileri, minareleri, medreseleri, sarayları ve labirent gibi tarihi sokaklarının otantik atmosferi sizi en baştan etkisi altına alıyor. Bir zamanların köle ticaretinin döndüğü sokaklarda şimdi turistler özgürce dolaşıyor.

Biz de bugün akşam şöyle bir şehrin havasını alıp akşam yemeğini teraslı bir restoranda manzaraya karşı yiyoruz. Özbek pilavının övüldüğü Sultan restoranı tercih ettik ama biz fazlaca yağlı bulduk. Hoş genel olarak Özbek yemekleri pek bize hitap etmedi. Birkaç günden sonra zeytinyağlı sebze yemeklerimizi özler olduk. Işıl ışıl şehri dolaşırken Türk olduğumuzu öğrenen yerel halk tarafından da bayağı ilgi gördük. En son Çin’de bu kadar ilgi görüp fotoğraf çektirdiğimizi hatırlıyoruz.

89. Gün Hive (Khiva)

Bugün de 2.000 yıldan fazla geçmişe sahip Orta Asya’nın şehir planlama geleneklerine göre inşa edilmiş olan Itchan Kala (İçan Kale)’yi yani eski şehirde gezmeye devam edeceğiz. Burası tarihi kentin günümüzdeki modern şehirle nasıl bütünleştiğinin güzel örneği olması bakımından da önemlidir. Otelleri, restoranları, çarşıları ile kale içinde yaşam devam ediyor. Yeni inşa edilen binalar bile yerel mimariye uygun şekilde dekore edilmiştir. Şehir, 16. yüzyılda Hive Hanlığı’nın başkenti olmuş ve 19. yüzyıla kadar Orta Asya’nın önemli bir siyasi merkezi olarak kalmış. Bir zamanlar İran’a doğru çölü geçmeden önce kervanların son durağı olan antik Hive, camiler, türbeler ve medreseler, saraylar, pazarlar gibi dikkat çekici yapılarıyla Orta Asya İslam mimarisini açık hava müzesi gibi sergiliyor. 

Tarihi surlarla çevrili İçan Kale (Ichan Kala) bölgesinde şehrin farklı yönlerine açılan 4 ana kapı var ve giriş buralardan yapılıyor. Eğer kalenin içindeki otellerden birinde kalıyorsanız girişi ücretsiz zaten kalenin içindesiniz. Ama dışında bir otelde kalınıyorsa giriş ücreti 100.000 Som. İçindeki medrese, türbe vs. 10 ayrı yerin girişinin dahil olduğu toplu bilet 250.000 Som. Ayrıca 3 yerin girişi ekstra ücrete tabii, Özbekistan’ın diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da adım atmak ücrete tabii. Kale surlarında yürüyüş 40.000 Som, Pakhlavan Mahmud Türbesi 30.000 Som,  Islam Khoja Minaresine çıkış 100.000 Som. Gelelim kapılarına;

1. Ata Darvoza batı kapısı, kalenin ana giriş kapısıdır. 2. Bakcha Darvoza kuzey kapısı 3. Palvan Darvoza doğu kapısı, tarihi İpek Yolu güzergahı buradan geçiyor. 4. Tosh Darvoza güney kapısı, ticaret yollarına açılan önemli bir noktasıymış.

Şehrin simgesi haline gelmiş olan “Kalta Minor” minarenin adı “Kısa Minare” olsa da her yerden görüyorsunuz. Aslında Orta Asya’nın en uzun minaresi yapılmak üzere başlanmış ama tamamlanamamış. Bitmemesi ile de ilgili efsaneler var. Üzerindeki turkuaz, mavi ve yeşil çinilerle kaplı minare muhteşem duruyor hele de akşam ışıkların altında. Yanındaki “Muhammad Aminxon Medresesi” (1851-1854 yy) şimdi Madrasan Hotel olarak hizmet veriyor ve avlusu gezilebiliyor.

Islam Khodja Medresesi, Hive’nin en güzel yapılarından biri. 1910 yılında inşa edilen bu medrese, Hive’nin son büyük mimari eserlerinden biridir. Medresenin hemen yanında Islam Khodja Minaresi yükseliyor. Turkuaz çini süslemeleri ile klasik Orta Asya mimarisinin güzel bir örneğidir. 

Sert Orta Asya iklimine uygun olarak tasarlanmış kapalı avlusuyla “Cuma Cami”, iç mekanının yapısıyla benzersizdir. İki sekizgen fenerle loş bir şekilde aydınlatılan cami, 212 sütunla bezenmiştir.  Her sütun kendine özgü oymalar ve motiflerle süslenmiş. Öte yandan sütunlar o kadar muntazam yerleştirilmiş ki minberden bakıldığında hiçbir sütun bir diğerini kapatmıyor ve cemaatin her bir ferdi imamı görebiliyor. 

Buradan diğer önemli yerlerden biri Pakhlavan Mahmud Türbesine geçtik. Pehlivan Mahmud hümanist bir filozof, şair, güreşçi, kahraman ve zanaatkardı. Vefat ettiğinde vasiyetine uygun olarak mütevazı bir atölyeye gömüldüğü yer, zamanla Hive hanlarının anıt mezarlığına dönüşmüş. Türbe, sadece bir mezar değil, aynı zamanda bir sufi hac merkezi olarak da önem taşıyor. İçerisi buraya dua etmek için gelenlerle dolup taşıyor. 

Şehrin labirent gibi dar, taşlı sokaklarında, tarihi binalarının arasında, dokusunu hissederek gezmek bile başlı başına yetiyor. Renkli yerel ürünlerin satıldığı çarşılar, tezgahlar, heykeller, müze, restoran, otel veya atölyeye dönüştürülmüş medreseleri, etrafa yayılan ekmek kokuları, yerel melodiler, danslar ve daha fazlası bu masal şehirde…

Pakhlavan Mahmud’un medresedeki bir yazısıyla da bitirelim. 

“Üç yüz Kuh Kaf dağını havanda tokmakla ezmek, 

Yüz yıl boyunca zindanda kilit altında çürümek,

Gökyüzünü kalbin kanıyla boyamak, 

Bir aptalla bir dakika geçirmekten daha kolaydır.”

90. Gün Hive – Nukus Arası 

Sabah otelde yaptığımız kahvaltı sonrası hemen yakınımızdaki marketten alışverişimizi yapıp Nukus’a doğru yola çıktık. Markette, bir sokak simidi olmasa da, 3 ay sonra simide denk gelmek paha biçilmezdi. Daha bugün sabah Ayfer’in arkadaşından aldığı çay-simitli günaydın mesajı üzerine ah olsa da yesek dememiz üzerinden bir saat bile geçmeden denk gelmek! Artık evrene nasıl bir enerji göndermişsek. Evet, yolda bu küçük mutluluklar bize fazlasıyla yetiyor.

Urgenç şehri yolumuzun üzerinde olunca, burada güzel bir parkta bulunan kutsal metin anlamına gelen Avesta (Zerdüştlük) Anıtını görmek için uğradık. Urgenç, Zerduşt etkilerini de içeren zengin bir tarihe sahiptir, hem Türkmen hem de Özbek gelenekleri için kültürel bir kavşak görevi görüyor. Şehir, Amu Darya (Ceyhun) Nehri ve Şavat kanalı üzerinde, Kızılkum Çölü’nün karşısında yer almaktadır. Buradaki “Bölge ve Zerdüşt Tarihi Müzesi” de listemizdeydi.

Harezm bölgesinin zengin ve kadim geçmişine dair büyüleyici bir bakış açısı sunan müze maalesef kapalı olduğu için gezemedik. Müze, bölgenin çeşitli mirasını korumaya adanmış olup, Orta Asya’nın bu bölgesinde bir zamanlar dünyanın en eski ve yaygın dinlerinden biri olan Zerdüştlük üzerinde özellikle durmaktadır. Çeşitli tarihsel dönemlerde Harezm bölgesinin gelişimini gösteren yerel tarih sergileri de sunuluyormuş. Ayrıca yerel Özbek nüfusunun günlük yaşamını, giyimini ve geleneklerini yansıtan etnografik sergiler de varmış. Bu müzeyi ziyaret etmek, Özbekistan’ın manevi ve kültürel köklerine bir yolculukmuş. Böylesi değerli bir müzeyi görmek güzel olurdu. 

“İyi Düşünce (humata), İyi Söz (hukhta) ve İyi Eylem (huvarşta)”

Harezm bölgesinde; El Harezmi, El Biruni ve İbni Sina gibi önemli bilim adamları doğmuş ve yaşamıştır. 

Karakum, Kızılkum, Taşlı çöller ile çevrili bölgede yolculuk tahmin edeceğiniz gibi sıkıcı. Düz yol, bas git diyemiyoruz; çünkü sözde asfalt olan yolun kalitesi çok kötü, hoplaya zıplaya 30-40 km hızla ilerliyoruz. 

Çölün ortasında konumlanmış uğramak istediğimiz birkaç kale var. Önce Ayaz Kala’de durduk. Resmi bir şey olmasa da aracı park ettiğimiz yerde bir kadın yanımıza geldi girişin kişi başı 20.000 Som olduğunu söyledi. Burada konaklama yapılan yurtların olduğu bir tesis var. Orası ile bağlantısı var mı bilmiyoruz. Buraya kadar gelmişiz, ağzındaki yemek ve altın dişleri ile gülümseyen ablayı, daha uzun izlememek için parayı verip bir an önce kaleye çıktık. Farklı dönemlerde (MÖ 4.-7. yüzyıllar) Kızılkum’a bakan bir tepede yapılmış üç kale kompleksin manzarası fena değil.

Toprak Kala ve Kızıl Kala’ya da uğradık. Aynı şekilde buraların da giriş ücreti 20.000 Som, en azından bir giriş kulübesi var. 

Toprak Kala; 2.-3. yüzyıllarda Khorezm (Harezm) krallarının eski ikametgahıymış, duvarlar ve kuleleri korunmuş…

Kızıl Kala; 1.-4. yüzyıllarda Toprak Kala’nın bir çıkış yolu olarak görev görmüş kırmızı duvarlara sahip bir kaledir. Kızıl Kala daha bakımlı duruyor, sonradan restore edilmiş olabilir. 

Ve sırada ölen Zerdüştların bedenlerinin arınmaya bırakıldığı Chilpiq (Çilpik-Shilpiq) Kala var. Burası Karakalpakistan‘daki tanınmış arkeoloji anıtlarından biridir. Zerdüştlük inancına göre; ölen insanlar buraya getirilir, bedenleri, kemikleri kalana kadar kuşlara ve güneşe bırakılırdı. İskeletler ise; seramik veya taş mezar küplerine yerleştirilip gömülürmüş. İnançlarına göre ölü olan her şey kirlidir. O yüzden ölü toprağı kirletir diye gömülmez, kutsal ateşi kirletir diye de yakılmazmış. 

Manzarası ile hem etkileyici hem de anlamlı bir yeri ziyaret ettikten sonra arabaya bindiğimizde hiçliğin ortasında bütün güzelliği ile yanımıza bir köpek geldi. Güzelliğinin yanında zayıflığı da dikkat çekiyordu. Yanımızda ona göre fazla bir şey olmasa da karnını doyurduk. Arabayı çalıştırıp ayrıldığımızda ise peşimizden bir süre gelmesi içimizi öyle burktu ki. Nasıl da uysal nasıl da masumdu. Ah, keşke rahatlıkla alıp götürebileceğimiz bir yerde denk gelseydik be yavrucuk, kalbimiz kırık yola devam ettik…

Henüz toplanmamış bembeyaz pamukları üzerinde olan tarlaların eşliğinde Nukus’ta kalacağımız guest house’a vardık. Pamuk üretiminin Özbekistan ekonomisinde yeri çok önemli, ihracatının yaklaşık %45’ini oluşturuyormuş.

Kalacağımız mahalle arasındaki yerin sahibi kadın sanki gülümsemenin ne olduğunu bilmiyor. Hem hizmet sektöründe olup hem de bu kadar suratsız olunmaz ki neyseki güler yüzü, enerjisi ile dengeyi kocası sağlıyor. 

Akşam nerede yesek diye düşünürken kapı önünde karşılaştığımız çiftin ilk iki tavsiyesinin Türk restoranları olması hem şaşırttı hem de hoşumuza gitti. Türkiye’den gelip de Türk restoranında yemek yemeyelim deyince, lokal bir restorana (Qaraqalpaģım) yönlendirdiler. Güler yüzlü personeli ve yemeklerinin lezzeti ile biz memnun kaldık. Fiyatlar ise çok çok uygun, hatta Özbekistan’da yediğimiz en ucuz yerdi. O yüzden detaylı yazıyoruz. Ülke genelinde her tür kebap şişte adet olarak sipariş veriliyor. 2 adet kuzu şaşlık, 2 tabak patates kızartması, 1 adet normal şaşlık, 1 adet sebze kebap, 3 adet 50’lik şişe bira, 1 ekmek ve %10 servis ücreti dahil 170.000 Som yaklaşık 570 TL hesap ödedik.

91. Gün Nukus – Muynak Hayalet Kasabası ve Aral Gölü

Özbekistan’ın diğer renkli şehirlerinden sonra Nukus’un çok bir özelliği yok. Parkları, çarşısı, eski Rus ve modern mimarisi ile lokal halkın yaşamına dahil olabileceğiniz temiz bir şehir. “Savitsky Nukus Sanat Müzesi” ise buranın mücevheri diye geçiyor. Sabah kafamızda ilk buraya uğrayıp sonra Muynak’a (Moynaq) gitmek vardı. Nedense bugün ikimizde de müze gezme hevesi yok. Müzenin kapısına vardığımızda, bir binası hariç tadilat nedeniyle arkeolojik bölüm ve sergilerin bir kısmının kapalı olduğunu öğrenince aradığımız bahaneyi bulmuştuk. (Giriş ücreti 100.000 Som) Günün sonunda iyi ki gezmeyip direkt Muynak’a gitmişiz dedik. 

Aral Gölü’nün suları çekildikten sonra gemi mezarlığı haline gelmiş çevresel felaketin sembolü olan “Muynak  Hayalet Kasabası”’nı görmek için özellikle bu tarafa geliniyor. Hatta günübirlik Hive’den turlar yapılıyormuş. Kalacak yer alternatifi fazla olmadığı için biz de risk almayıp Nukus’tan günübirlik gitmeyi mantıklı bulduk. Mantıklı geldi de yolların bozukluğunu hesaba katmadık. Bozuktan öte berbat, yol yapım çalışmaları devam ediyor. Tek şeride inen yolda kim öncelikli belli değil. Herkes kafasına göre takılıyor. Eğlenceli bir şekilde vardık, kumların üzerinde yüzen gemilere. 

Bundan birkaç on yıl önce dünyanın en büyük dördüncü iç denizi olan Aral Gölü, balıkçılıkla geçinen kasabaları ve kıyı tatil beldeleriyle canlı bir bölgeydi. Ancak bugün göl neredeyse tamamen yok olmuş, yerini çölleşmiş arazilere bırakmıştır; eski gemiler kumların içinde paslanmaktadır. Sovyetler döneminde yapılan büyük sulama projeleri gölü besleyen suları tarıma yönlendirmiş, bu da Aral’ın hızla küçülmesine yol açmıştır. Günümüzde gölün büyük kısmı kurumuş, geriye yalnızca bazı küçük kısımlar kalmıştır. Terk edilmiş gemiler ve tuzlu topraklar, hem yitirilen bir ekonominin hem de devam eden çevre felaketinin simgesi olmuştur. Gözlem güvertesi; denizin eskiden olduğu tuz çölünün manzarasını, 20. yüzyılın en büyük çevre felaketlerinden birinin sonuçlarını gözler önüne seriyor. 

Muynak gemi mezarlığının içinde eski halini düşünerek kendi hallerine terk edilmiş paslanmış gemilerin arasında hüzünlenerek dolaşıp fotoğrafladık. Burası bize Bolivya’daki anılarımızı hatırlattı. Orada da kendi haline bırakılmış sonradan turistik olmuş tren mezarlığı var. Hoş buradaki şartlar çok farklı, yok edilen bir doğa söz konusu. Paslanmış gemilerin arasında bir üniversiteye ait tarım denemeleri yapılan ekili bir alanın olması ilginç geldi.

Ayrıca Aral Denizi’nin kurumasının tarihini ve balıkçıların yaşamlarını anlatan “Aral Denizi Tarih Müzesi” var. Giriş ücreti; 35.000 Som, gezenlerden olumlu yorum almayınca girmedik. Fazla oyalanmayıp geri dönüşe geçtik. Malum yollar bozuk ve karanlığa kalacağız. Enfes gün batımı yolun bozukluğunu unutturmaya çalışsa da patates tarlası gibi olmuş yollar izin vermiyor. İyi ki sabah müzeyi gezmemişiz yoksa dönüşümüz geceyi bulurdu. Akşam yemeği için yeni bir yer aramak yerine memnun kaldığımız dünkü yediğimiz restorana (Qaraqalpagım) gittik. Tek turist biz olunca hemen tanıdılar ve aynı ilgi ile üst kattaki salonlarına aldılar. Burası lokaller tarafından bayağı popüler. İki katlı yer, iki akşam da tıklım tıklım doluydu. Yine aynı lezzetle keyifle yedik yemeğimizi, bakalım günün yorgunluğu nasıl çıkacak. 

92. Gün Nukus’tan Buhara’ya dönüş

Özbekistan’da planladığımız rota hemen hemen bitmiş ve Kazakistan’da dönüş yoluna bıraktığımız yerler için hazırdık. Biz hazırdık ama sınır kapıları değil. Özbekistan’ın batısından Tazhen-Kazakistan’a geçilen sınır kapısı maalesef uzun süredir yol yapım çalışmaları nedeniyle kapalı. Eylül başında açılacağı söylendiği için, umutlu olmasak da ya tutarsa diye, biz de gezinin rotasını ona göre planlamıştık. Sağlık olsun ne yapalım geldiğimiz 1.100 km yolu geri dönüp Taşkent tarafındaki sınır kapısını kullanacağız. Bu bahane ile sevdiğimiz Buhara ve Semerkant şehirlerini de yeniden görme fırsatımız olacak. 

Çölde hiçliğin ortasında giderken  doğanın değişimini de izliyoruz. Pamuk tarlalarının arasında bir taraftan toplanan bembeyaz görüntü bizimle birlikte. Hatta yeni toplanmış sevkiyatı yapılan pamuk kamyonları önümüzde seyir halinde. 

Mazot aldığımız istasyondaki görevli genç arabanın tozu toprağına öyle şaşırdı ki abi karşıda araç yıkama yeri var deme gereği duydu. Biz de yıkatmak istiyoruz ama tozdan, kumdan bir türlü kurtulamadık ki. Fırsat bu fırsat deyip görevlinin sözünü dinledik. Meğerse kendimizin yıkayacağı bir yermiş, hazır geldik deyip yıkamaya başladık. Bu arada her gelen ayrı ilgi gösteriyor. 10 dakikada bitti işimiz ama sohbetten ayrılamıyoruz.

Burada çalışan güzel insan Ferhat ile de tanıştık. Nasıl içten, nasıl da Türkiye’yi Türkleri seviyor. Baktık ayrılamıyoruz bari kahve yapalım dedik. Ferhat kahve yerine çayı tercih etti. Yanımızdaki Türk çayı ve kahveyi ona hediye edince nasıl da mutlu oldu! Ayrılırken sıkı sıkı tembihledi; “Buhara’ya varınca beni arayıp haber vermeyi unutmayın” diye. Ferhat’ı geride bırakmıştık ama Buhara’da da yine güzel insanlar bizi bekliyordu. Gelirken kaldığımız oteli (Registon Hotel) hiç düşünmeden dönüş için de seçtik. Tanıdık gülen yüzleri görmek insanı mutlu ediyor. Yorgunluğumuz gitmiş Buhara’nın büyülü sokaklarına kendimizi atmıştık bile. 

Geçen sefer Özbek pilavı kalmadığı için deneyemediğimiz kafede bu sefer deneme şansımız oldu. Her bölgede farklı yapılsa da burada da yağ oranı fena değildi. Olduğumuz yerin tadını çıkarıp aynı heyecanla dolaştık, Buhara’nın eşsiz mimarisi ile ışıl ışıl renkli sokaklarını…

93. Gün Buhara – Semerkant Arası

Evimiz gibi benimsediğimiz Buhara’da kaldığımız otelden kahvaltı sonrası sahipleri ile vedalaşarak ayrıldık. Kim bilir belki bir gün yine yolumuz düşer. 

Buhara’dan ayrılmadan önce bakır oyma, resim, nakış gibi sanat atölyelerine ve bir restorana ev sahipliği yapan Modarihane Medresesi ve karşısındaki Abdullah Han Medresesi’ni ziyaret ettik. Her ikisi de “çifte medrese” anlamına gelen Kosh Medresesi olarak bilinir ve 16. yüzyılda inşa edilmişlerdir. Mimarileri ve mavi mozaikleri ile en az diğer medreseler kadar etkileyici olsalar da turistlerin çok az uğradığı ve kendi hallerine bırakılmış gibi havası olan medreseleri zamanınız varsa görülebilir. Samanid Park’ta da biraz şehrin hareketliliğinden kaçabilirsiniz. Ve buradan Navoi şehri üzerinden Semerkant’a doğru devam ettik. 

Haritada “Tudakul Gölü”nü görünce, Navoi’ye etrafını dolaşarak gidelim diye düşünsek de tesislerden dolayı göle yaklaşılmıyor. Burası Özbekistan’ın yazlık kasabası olmuş. Türkiye’den geldiğimizi duyunca “Ooo sizde deniz var diye”gözlerinin açılmasını ve Türkiye sevgilerini daha iyi anladık.

Navoi’de Klasik Çağatay edebiyatının en büyük şairi Ali Şîr Nevâyî’nin (Alisher Navoiy) adının verildiği parkı ve anıtını ziyaret ettik. Şehrin adı da ünlü şairden gelmektedir. Tertemiz yemyeşil parkın bu bölümünde şairden alıntılara da yer verilmiş. Geniş cadde boyunca uzanan eski Rus evlerinde de yaşam devam ediyor. 

Yazıyı da “Elmdan yiroq bo’lgan millat o’z kelajagidan yiroqdir.” “İlimden uzak olan bir millet, geleceginden de uzak olur.” Alisher Navoiy

Ve yeniden kadim şehir Semerkant’tayız. Bu sefer eski şehrin içinde “Samarkand Amira”otelde kalacağız. Otel diye geçtiğine bakmayın aile işletmesi, avlusu olan bildiğimiz pansiyon. Bir önceki gelişimizde aracı park etmede sorun olmadığını gördüğümüz için burayı tercih ettik, ayrıca sokakları da nispeten daha geniş. Hem ara sokaklarını keşfedip hem de lokallerle de daha fazla iç içe olunuyor. Onca türbe gezdik, meğerse burada ara sokakta bile türbe varmış. Zorunlu türbe ziyaretinden sonra direkt yemeğe gittik.

Geçen sefer de gittiğimiz restoranlardan birini seçtik. Garson genç görür görmez tanıdı, bir hafta önce buradaydınız diyerek sıcacık gülümseme ile karşıladı. Eh, bir haftada ikinciye bizi görünce hemen burada çalışıyor musunuz diye sohbete başladı. Merakını giderdikten sonra siparişimizi verdik.

Yemek sonrası tabii ki soluğu Registan Meydanı’nda aldık. Meydan bugün akşam inanılmaz kalabalık, resmen turist patlaması yaşıyor. 21:00’de başlayacak ışıklı lazer gösterisi bugün akşam erken başladı. Müziğin sesi de kısıkmış. Nedenini sonra anladık meğerse bir organizasyon varmış ve bu gösteri onlar içinmiş. Program gerçek saatinde yeniden yapıldı ama biz bitti diyerek ayrıldık. Dolaşıp meydana geri döndüğümüzde ancak sonuna yetişebildik. Ve bu gezimizdeki son Registan fotoğrafları ile geceyi bitirdik…

94. Gün Semerkant – Taşkent Arası

Sabah kahvaltı sonrası “Bumazhnaya Fabrika Meros – Konigil Meros Village” diye geçen kağıt atölyesine uğradık. Dut ağacının kabuklarından eski usulde kâğıt yapımının ötesinde, burası diğer geleneksel el sanatlarının da merkezidir. Bölge ayrıca pirinci ve keten tohumu yağıyla da ünlüdür, keten tohumu yağının yerel pilavlarının temeli olduğunu da burada öğrendik. İçinde kafe, restoran, samsa ocakları, alışveriş yerleri, un değirmeni, yağ çıkarma, seramik üretimi, boyama atölyesi gibi birçok bölümden oluşan, yeşilliklerin içinde büyükçe bir kompleks. Aslında çok güzel düşünülmüş ama fazlaca turistik olmuş. 

Semerkant kâğıdını değerli ve özel yapan; 300 yıldan uzun dayanıklılığa sahip olmasıdır. Talas Irmağı kıyısında 751 yılında yapılan savaşta, Semerkant Bey’i Abu Muslim’in askerlerinin ele geçirdiği Çinli esirlerin, hayatlarını kurtarmak için yerli zanaatkarlara dut ağacı kabuğundan kağıt üretiminin sırlarını öğretmesi ile her şey başlamış. Semerkant’ta İslam dünyasının ilk kâğıt değirmeni kurulmuş. Ve 10. yüzyılda dünyadaki en ince, pürüzsüz, dayanıklı ve mürekkebi fazla emmeyen kağıt çeşitlerini üretmeyi başarmışlar. 

Gelelim bu kadar değerli kağıtlar nasıl üretiliyor? 

İşlem titizlikle temizlenen ve ardından saatlerce kaynatılan dut ağacı kabuğuyla başlar. Yumuşayan kabuk daha sonra 10 saat kadar suda ezilerek homojen bir hamura dönüştürülür, tekrar suya batırılır, karıştırılır ve tutarlı bir kütle oluşturmak için elenir. Daha sonra bu kütle keten çarşaflara bastırılır, soyulur ve kurumaya asılır, normalde 24 saatte kuruyormuş, yazın süre kısalıyor. Dayanıklılığıyla bilinen ortaya çıkan kağıt, pürüzsüzlüğü elde etmek için mermer bir taş ile cilalama işleminden geçerek kullanıma hazır hale gelir. 

Böylesi değerli bir kâğıt cinsinin üretim aşamalarını ve zorluğunu öğrenmek güzeldi, keşke bu kadar turistik şova dönüştürmemiş olsalardı. Satılan ürünlerin ekstra pahalı olduğunu zaten tahmin etmişsinizdir. (Giriş ücreti 15.000 Som)

Buradan Taşkent’e doğru yola çıktık. Yollar yine yer yer çok bozuk. Pamuk tarlaları olmazsa olmaz manzaralardan… 

Sirdaryo (Syrdarya) bölgesine yaklaştığımızda pamuk tarlaları manzarasına yol kenarında  kavun-karpuz satan satıcılar eşlik etmeye başlayınca biz de dayanamayıp durduk. Buraların özellikle kavunu meşhur, bizim aklımızda da sadece kavun almak varken gençlerin hoş sohbeti ile yanında bir de karpuz alıp ayrıldık. 

Taşkent’e akşam üzeri vardık. Yemyeşil parkları ile birlikte trafiği de “merhaba” dedi. Geçen sefer kaldığımız şehir merkezinin dışında aynı otelde kalacağız. O yüzden trafiği ucundan atlattık. Müstakil evlerin arasında sessiz bir mahallede, çalışanların ilgisi, güler yüzlülüğü, keyifli bahçesi ve odaların ortasında bulunan oturma alanı ile temiz butik bir otel olması hoşumuza gitti. Bugün akşam şehir merkezine gitmek yerine otelde dinlenmeyi bahçesinin keyfini çıkarmayı tercih ettik.

Evet, burası da aile ortamı gibi sıcak, çalışanlarla sohbet eşliğinde geçti gecemiz. Hepsinin bir Türkiye hayranlığı var, hatta teki bir ara İstanbul’da çalışmış. Artık şaşırmıyoruz çünkü ülke genelinde neredeyse her 4 kişiden biri sanki Türkiye’de çalışmış, arkadaşları evlenip yerleşmiş veya akrabası var. Bir de Türk dizilerini seviyorlar, dizilerden Türkçe öğrendim diyenleri ayrıca takdir ediyoruz. Kırgızistan ve Kazakistan’a göre Özbekistan’da Türkçe anlaşmak daha kolay oluyor. Özbekçe ve Türkçe, ortak bir kökenden gelen, Çağatay Türkçesi koluna bağlı dillerdir, bu nedenle kolay öğrenmelerinde aralarında önemli benzerlikler bulunmasının da etkisi olabilir.

95. Gün Taşkent 

Sabah kahvaltı sonrası şehir merkezine gitmek için çok acele etmedik. Onun yerine otelde kalan Moskovalı çift ile sohbet etmeyi, ortak gezi heyecanımızı paylaşmayı tercih ettik. 

YandexGo taksi ile şehrin sembollerinden biri olan “Hotel Uzbekistan”’a gidip gezimize başladık (10 km’lik yolun taksi ücreti 40.000 Som, yaklaşık 135 TL). Emir Timur Meydanı’nın üzerinde yükselen otel, 1974 yılında Sovyet döneminde lüks bir otel olarak inşa edilmiş ve  zamanında tüm uluslararası konukların tercih ettiği bir yermiş. En parlak dönemini geride bırakmış olsa da Orta Asya’daki Sovyet tarzı Brütalist mimarinin tartışmasız en önemli örneği olmaya devam ediyor. Heybetli, kavisli cephesiyle otel dışarıdan çok şık duruyor. Dıştan fotoğrafladıktan sonra izin alıp bir de içini dolaştık. Kafesi, restoranı ile şık bir otel olsa da kalanlar odaları için çok olumlu yazmamış. 

(20. yüzyıl Sovyet Brütalist mimarisi sadece bir mimari tarzı değil, sosyalist ideolojinin bir uzantısıdır: Devlet güçlüdür ve heybetlidir, bu binalar gibi sonsuza dek sürecektir. Sosyalizm, bu yapıları inşa etmek için kullanılan ham beton gibi dayanıklı, sağlam ve herkese açıktır.)

Otel gezisinden sonra bu kadar yakın olunca Emir Timur Meydanından devam ettik. Devlet törenlerine, konserlere ve sergilere ev sahipliği yapan “Uluslararası Forumlar Sarayı Özbekistan” binası, Taşkent Saat Kulesi derken, araç trafiğine kapalı caddesi “Night Lights Walking District”’e geldik. Ortadaki büfelerde çay-kahve-hamur işleri satılıyor, özellikle samsa kokusu ağır basıyor. Öğle saatine denk geldiğimiz için öğle yemeğine çıkmış çalışan da fazla. Çoğu da bu büfelerde yiyor. Yan yana birkaç tenis masası konulmuş ve kiralayıp oynamak çok yaygın. Çalışanlara da öğle arası etkinliği oluyor. 

Yanından geçtiğimiz tarihi binanın, 1889 yılında inşa edilen Prens Romanov Sarayı olduğunu ve günümüzde Özbekistan Dışişleri Bakanlığı’nın Kabul Evi olarak işlev gördüğünü öğreniyoruz. Saray kadar bahçesindeki devasa ağaçlar da ihtişamlı duruyor. 

Alisher Navoiy Tiyatrosunun önünden geçtiğimizde heyecanlanıyoruz, belki burada da bir oyuna denk geliriz değil mi. Sevincimiz kursağımızda kalıyor. Kıyafet kuralları var: “Tiyatroda kot pantolon, şort, spor giysiler ve spor ayakkabılar kabul edilmez.” yazısı karşısında bizim yanımızdaki kıyafetlerle alınma şansımız yok. Bilet satış gişesi de kapalı zaten. 

Şehir, yemyeşil her yerde park var  yanından geçtiğimiz “Park V Tashkente” de çok huzurluydu. 

Özbekistan Tarih Müzesini, geçici süreli kapalı olduğu için gezemedik

Bağımsızlık Meydanı’ndaki Özgürlük Anıtı, Ankhor Park ve sonrasında Cesaret Anıtına (1966 yılında Taşkent’te yüzlerce evin yıkıldığı, en çok şehir merkezinin zarar gördüğü bir deprem olmuş ve  bu anıt da kurtulanların anısına yapılmış) geldiğimizde karnımız da iyice acıkmıştı. Etrafta alternatif çok bir şey yok, yeme-içme mekanlarına uzak olunca gözümüze kestirdiğimiz lokallerin ağırlıklı olduğu bir yere oturduk. “Cafe Bukhara”, tahminimizden iyi çıktı, sadece samsaları bize göre çok yağlı. Aşırı et ve yağlı yemediğimiz için alışkın olmayan midelerimiz artık Özbek yemeklerini kaldıramamaya başladı. Onur’un son geldiği nokta; sade makarna ve yoğurt canım çekiyor oldu, düşünün artık :)) 

Ve sıra metro istasyonları arasında gezintiye gelmişti. Taşkent’in metro istasyonları, Sovyet döneminden kalma mimari zenginligi ve sanat eserleriyle bilinir. Yerel sanatçılar tarafından yapılmış heykeller, duvar resimleri, mozaikler ve geleneksel süslemelerle dolu olan birçok istasyon, Özbekistan’in tarihi, kültürü ve doğal güzelliklerini yansıtan temalara sahiptir. En çok dikkat çeken ve bizim gezdiğimiz istasyonlar arasında; 

⭐️Mustaqillik Maydoni (Bağımsızlık Meydanı)

⭐️Paxtakor; bu istasyon özellikle akşam üzeri kalabalık oluyor.

⭐️Buyuk Ipak Yo’li (Büyük ipek Yolu) Doğu’nun zenginligini yansıtan renkli seramikler ve geleneksel el sanatları örnekleri ile güzel. 

⭐️Alisher Navoiy (Ali Şir Nevai); Çağatay Türkçesi’nin en önemli temsilcisi ve Türk edebiyatının önde gelen ismi “Ali Şir Nevai”’den adını almıştır. Farsçanın hakim olduğu bir dönemde Türk dilinin üstünlüğünü savunmuş, dilini edebi bir sanat dili olarak kullanmıştır. Bu istasyondaki duvar rölyefleri de onun eserlerine atıfta bulunan çeşitli sanat eserleriyle donatılmıştır. 

Edebiyata, şairlere verilen değer sadece Ali Şir Nevai ile kalmamış Pushkin (Puşkin – kandil dekorlu) Khamid Alimdjan (Hamid Alimcan, bu istasyonu da beğendik) Gafur Gulom gibi değerli şairlerin isimleri de istasyonlara verilmiştir. 

⭐️ Kosmonavtlar (Kozmonotlar) isminden de anlaşılacağı gibi teması uzay ve astronotlar. 

⭐️Amir Temur (Amir Timur, çok bir özelliği yok)

⭐️Xalqlar Do’stligi (Halklar Dostluğu, özel bir şey olmasa da adını sevdik)

Bu kadar renkli metro istasyonlarını dolaşmak ise neredeyse bedava. Ücreti sıkı durun sadece 1700 Som, 6 TL bile yapmıyor ve üstüne üstelik aktarma yapmak ücretsiz. Ayrıca metro içinde kaldığınız sürece istediğiniz istasyonda inip binmek serbest, dışarıya çıkıp geri geldiğinizde tekrar ödüyorsunuz. Temassız kredi kartı ile de turnikelerde ödeme yapılabiliyor, ufak bir komisyon ilavesi ile 1725 Som. Kredi kartı ile ödemelerde Özbekistan genelinde her yerde komisyon ilave ediliyor. 

Metro istasyonlarını dolaşıp bir de şehirdeki alışveriş merkezlerinin nasıl olduğunu görmek için Apex Bank City Mall’a uğradık. Özbekistan’daki en lüks ve en pahalı alışveriş merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Girişinde konservatuardan mezun olmuş genç Ney sanatçısı “Ramziddin” ile tanıştık. Nasıl da içten, saygılı ve tertemiz bir genç. Özbekistan’da tanıştığımız gençlerin çoğu saygılı, meraklı ve öğrenme hevesli olmaları dikkatimizi çekti. 

Alışveriş merkezinin hemen önünde de akşamları müzik eşliğinde ışıklı su gösterisinin yapıldığı havuz, kafe ve restoranların olduğu Taşkent City Park var. Burada tanıdık bir isim “Köfteci Ramiz”’i görünce karnımız tok olsa da en azından demleme Türk çayı içelim diye girdik. (2 çay, 1 fırında sütlaç %20 servis dahil 40.000 Som, yaklaşık 135 TL, Türkiye’de olsak ne öderdik.) 

Buradan 16. yüzyıla ait tarihi Kukeldash (Kokaldash) Medresesine gittik. Medresenin yanında da Hoja Ahror Valiy Cami var. (Medresenin girişi 15.000 Som) Eğitim faaliyetlerine devam eden medresenin bazı bölümlerine girilemiyor. Ahşap işçiliği bölümünü gezip avlusunda fotoğraflar çektik. Özbekistan’ı gezmeye ilk Taşkent’ten başlamış olsaydık ilk göreceğimiz medrese olacağı için daha etkileyici gelebilirdi. Buraya gelene kadar ne medreseler gördük, içine girmesek de olurmuş dedik :)).

Buradan Chorsu Bazaar’a geçtik ama hava kararmaya başlamış ve her yer kapanıyordu. Üstüne üstelik et bölümünden girmişiz nasıl ağır bir koku, üst katında da kuruyemiş-baharatların olduğu bölüm varmış ama birkaç dakikadan fazla kalamayıp ayrıldık. Yarın gündüz bir daha geliriz deyip otele geri döndük. 

1889 yılında inşa edilen Prens Romanov Sarayı, günümüzde Özbekistan Dışişleri Bakanlığı’nın Kabul Evi olarak işlev görüyor.

96. Gün Taşkent

Bugün de şehrin renkli metrosunu kullanmaya devam . Gafur Gulom metro istasyonuna 15-20 dakika yürüme mesafesindeki “Hazreti İmam Külliyesi” ile gezimize başladık. Halife Osman’ın dünyaca ünlü el yazması Kur’an-ı Kerim’inin (Osman Mushafı – Osmanlı Kur’an’ı olarak da bilinir) “Muyi Muborak Medresesi’nde” muhafaza edildiğinden şehrin manevi merkezidir. 353 büyük parşömen sayfadan oluşan “Osman Mushafı”, 7. yüzyılda yazılmış olan Kur’an’ın orijinal metnini içerir. 

(Üçüncü halife Osman döneminde ceylan derisi üzerine yazılan bu Kur’an-ı Kerim, Emir Timur’un Türk seferi sonrasında Irak’tan Semerkant’a getirilmiş, ardından 1868 yılında Ruslar tarafından Moskova’ya götürülmüş ve 1924 yılında Müslümanlara yönelik bir iyi niyet göstergesi olarak Taşkent’e iade edilmiştir.) (Giriş ücreti 60.000 Som, yaklaşık 200 TL, biz girmedik.)

Hazreti İmam Cami’nin kadın erkek girişleri ayrı. İhtişamlı girişi, görkemli terası ve iki mavi kubbesiyle Taşkent’in eşsiz mimari tarzını yansıtıyor. Ana girişin yanında bulunan 20 perdeli ahşap sütunlar ise; Hindistan’dan getirilen sandal ağaçlara Taşkent yöntemi oymalar işlenerek yapılmış. 

Barak Han Medresesi (Barakhan Madrasah)”, Taşkent’in en büyük ve en güzel medresesi olarak kabul edilir. İlk olarak 15. yüzyılda yapılmış medreseye zamanla birçok eklemeler yapılmış. (16. yüzyıl sonlarında ise Mirzo-Uluğbek’in torunu, “şanslı” anlamına gelen “Barak Han” olarak anılan, Nauruz Ahmed Han tarafından bu görkemli haline getirilmiş.) En son 1950’li yıllarda restore edilmiş.

Buraya yakın sonradan yapılma ve inanılmaz yapay mimarisi ile İslam Medeniyet Merkezi var. Bölge yeniden yapılanıyor ağaçsız, yerler taş, bir taraftan cilalanıyor her yer toz içinde. Hediyelik eşya, kuruyemiş, aktar tarzı yerler için yeni dükkanlar yapılmış, fiyatlar bizi daha pahalı geldi. 

Chorsu çarşıya bir şans daha verip tekrar uğradık. Bu sefer hediyelik eşya dükkanları açık olunca onlardan bir şeyler aldık. Karnımız acıktı ama Özbek mutfağından da bir şey yemek istemiyoruz. En azından bildiğimiz yer deyip Ramiz’de yemeğe karar veriyoruz. Oh, mis gibi mercimek çorbası daha ne isteyelim. Ayaklarının tozu ile Sevil ve Özgür’ü de buraya sürüklüyoruz (eminiz bu güzel çifti çoğunuz tanıyorsunuz – çokokuyançokgezen). Türkiye’de uzun süredir görüşemediğimiz dostlarımıza Taşkent’te denk gelmek güzel sürpriz oldu. Nasıl da özlemişiz! 

Parktaki ışıklı su gösterisini izleyip otele geri döndük. Özbekistan’a veda zamanımız yaklaşmış ve geceden yeni bir sınır geçişinin heyecanı (stresi desek daha doğru olur :)) sarmıştı bile…

Taşkent ile Özbekistan’a veda zamanı gelmişti. “Alışmıştık gitmeseydiniz abi, abla” diyerek bizi uğurlayan, yardımlarını esirgemeyen, memnun kalmamız için ellerinden geleni yapan otel personeline ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu güzel insanlardan ve ülkeden ayrılmak bize de zor geldi.

Sınır geçişini Kazakistan yol notlarının 2. bölümünde anlattık…

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir